Yukarıdaki resim Manastır’ın bahçesine girdikten sonra çekildi. Arkadan resime giren gencin kim olduğunu hiç bilmiyorum. Resime bakarken sonra farkettim. Yoldan geçen gençlerden birisi. Yanımda üç tane dünya güzeli kadınla birlikte görünce kıskandı herhalde (hemen sağımdaki sevgili karıcığım Meliz; diğer iki kadın da Avustralya’daki bir arkadaşımızın Luoyang’da yaşıyan baldızları; yani Meliz’in arkadaşları).
Shaolin Manastırı, Çin’deki dört büyük Budist manastırından bir tanesi, Aynı zamanda, Budist tarikatlardan bir tanesinin doğduğu yer. Kutsal bir yer yani. Ama, Shaolin denince ilk aklımıza gelen Kung-Fu oluyor. Çünkü burası aynı zamanda Kung-Fu doğuş tekniğinin doğduğu yer imiş.
Shaolin’e araba ile gittik demiştim. Buradaki Çin’İ dostlarımız eşlik ettiler. Arabayı da, çalıştığım şirketten verdiler. Yollar çok düzgündü. Üç şeritli otoyol. Yüz kilometrenin altına düşmüyorsun. Fazla trafik yoktu. Yollar ücretli olduğu için dedi bize refakat eden üniversiteden arkadaşlar. Ücret gerçekten de az değildi. Sadece bir gişede, 25 RMB verdik galiba. Sonra internetten araştırdım, Çin’de yol ücretleri mil başına 12 sent ımış, ya da kilometre basına 7.5 US senti. Iki yüz kilometre gittik herhalde. On beş dolar. Bir de o kadar dönüş için. Yani ikiyüz kilometreye gidip geleyim derken 30 dolar çıkıyor cepten. Çin’deki ücretlere kıyasla büyük bir meblağ. “Belki,” dedim buradaki üniversiteden Çinli meslekdaşıma, “ücretleri düşürürlerse daha çok taşıt kullanır, devletin geliri azalmaz artar, halk da mutlu olur devlet de ziyandan kurtulur.” Ama arz-talep dengesi ve optimum fiyat kavramını anlatamadım. Kullanım ücreti düşerse,sürümden dolayı toplam gelirin artabileceğine ikna edemedim.
İletişim büyük sorun. İşin kötüsü, ben konuşurken, karşımdaki her kelimeyi anlıyormuş gibi başını sallıyor çoğu zaman. Ben de anlaşılıyorum diye konuşmaya devam ediyorum. Sonunda bir soru soruyorlar, o zaman anlıyorum ki anlattıklarımdan hiç bir şey anlamamışlar. Dakikalarca boşuna konuşmuşum.
Neyse. Shaolin Manastırından bahsediyordum. Manastır bir tepenin üzerinde. Tepenin eteklerinde bir kasaba var. Kasabadan manastıra çıkan yolun kenarlarında onlarca “akademi” geçtik. Kung Fu öğretiyorlarmış. Esas mektep Shaolin manastırının içinde ama bunlar mukallitleri. Aslına giremiyenler, çakmasına girip orda öğreniyorlarmış Kung Fu ve döğüş tekniklerini. Bunların hepsi yatılı okullar. Orta ve yüksek bölümleri varmış, ve hepsi de paralıymış. Ücretinin ne olduğu öğrenemedim ama o binaların bakımı ve ayrıca hocaların maaşlarının karşılanması, öğrencilerin kaldığı yerlerin ve yeme içmelerinin karşılanması için hatırı sayılır bir ücret gerekir. Normal üniversite ve okulların aksine, bunlara devlet yardımı yokmuş. Özel okul yani.
Resimdeki çocuklar talime gidiyor. Bunlar gerçek manastırdaki esas okulun talebeleri. Aşağıda da talim yerinde iken hepsi.
Bu paralı okullara çocuklarını ana babalar paraya kıyıp niye gönderirler diye merak ettim sordum. Söylediklerine göre, çocuk ilkokulu bitirirken, ileride bir baltaya sap olup olamayacağı anlaşılırmış. İleride üniversitelere gidip yüksek tahsil potansiyeli olmayan haylaz çocukları, ana babalar buralara gönderirlermiş. En azından disiplin öğrensin, hanyayı konyayı anlasın diye. Buradan mezun olanlar güvenlik görevlisi, zengin iş adamların şoförü, bodyguard falan gibi işlerde çalışıyorlarmış. İş bulmaları da kolay oluyormuş. Fena bir seçenek değil.
Neyse, manastırın diğer tarafları ile devam edelim. İçinde bir sürü ufak Budist mescit vardı. Her birinin içinde kesişler. Millet onlardan tütsü çubuğu alıp yakıyor. Bu kesişler burda mı yatıp kalkıyorlar diye sordum. Meğersem onlar gerçek keşiş değilmiş. Her sabah kasabadan gelip iş gibi burda çalışırlarmış. Hepsi çakma yani. Her ne ise, Meliz üç tütsü çubuğu aldı ve mangala dikti.
Ben de bu arada, mescitlerin damlarındaki inceliklere bakıyordum. Bu resimden anlar mısınız bilmiyorum ama, çok güzel bir “moment connection” tasarımı var damın ağırlığını birinci ve ikinci sıradaki kırişlerin üzerine bindirirken:
Budist mescitin önünde bir Türk görmek isterseniz, o da burda:
Tepenin yukarılarınıda, Pagoda Forest diye bir mezarlık vardı. Bence bütün Shaolin Manastır arazisi içinde en etkili olan yer orası idi. Gerisi, yukarıdaki resimlerde de gördüğünüz gibi hep ticari pazarlama aracı haline gelmiş. Hap yap para kap yani. Pagoda Ormanı değişikti ama.
Bu yukarıda gördüğünüz ufak taş kulelerin her biri bir mezar taşı aslında. Her birinin altında, Shaolin manastırında yaşayıp olmuş bir budist rahip yatıyor. Toplam 240 “pagoda” varmış ve 6. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar bir zaman kesiti içinde dikilmiş bu mezar taşları.
Resimlerden belli olmuyor ama, her kulenin altında, kesişin nezaman öldüğü, kim olduğu, kulenin ne zaman dikildiği, detaylı olarak yazıyormuş.
Bazıları yıkılma durumuna gelmiş, destek atmışlar aşağıda görüldüğü gibi:
Burası da yemek alanı:
Bunlar da afiyetle yediğimiz yemeklerimiz. İçinde kaşık olan benimki: “Wonton Soup”. “Wonton” ingilizcesi, Çincede “mın-tın” diye telaffuz ediyorlar. Sulu mantı çorbası gibi. Belki de bizim “mantı” sözcüğü ordan geliyor.
Yemeğimizi yedik ondan sonra biraz daha dolaştık ve gerisin yola çıktık. Yolda bir de “Whitehouse Temple” diye bir yere uğradık ki, orayı da bir başka sefere anlatırım. Bu çok uzadı.
Bu yukarıda gördüğünüz ufak taş kulelerin her biri bir mezar taşı aslında. Her birinin altında, Shaolin manastırında yaşayıp olmuş bir budist rahip yatıyor. Toplam 240 “pagoda” varmış ve 6. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar bir zaman kesiti içinde dikilmiş bu mezar taşları.
Resimlerden belli olmuyor ama, her kulenin altında, kesişin nezaman öldüğü, kim olduğu, kulenin ne zaman dikildiği, detaylı olarak yazıyormuş.
Bazıları yıkılma durumuna gelmiş, destek atmışlar aşağıda görüldüğü gibi:
Budist mescitler, talim yerleri, Pagoda ormanları falan diye dolaşırken, karnımız acıktı. Orda “köy kahvesi” düzeninde bir yerde yedik.
Burası, mutfak:
Bunlar da afiyetle yediğimiz yemeklerimiz. İçinde kaşık olan benimki: “Wonton Soup”. “Wonton” ingilizcesi, Çincede “mın-tın” diye telaffuz ediyorlar. Sulu mantı çorbası gibi. Belki de bizim “mantı” sözcüğü ordan geliyor.
Yemeğimizi yedik ondan sonra biraz daha dolaştık ve gerisin yola çıktık. Yolda bir de “Whitehouse Temple” diye bir yere uğradık ki, orayı da bir başka sefere anlatırım. Bu çok uzadı.