30 Nisan 2015 Perşembe

ÇİN NOTLARI - #8 Üç Haftada Bahar Geldi Geçti


Luoyang’da hava sıcaklığı şu anda 32oC.  Üç hafta önce 10 derecenin altında soğuk ve rüzgarlı idi.  Üç haftada baharı anlamadan yaza geçtik.

Luoyang enlemini ben aşağı yukarı bizim İç Anadolu paralelinde diye tahmin ediyordum.  Şimdi baktım. Hiç te öyle değil.  Loyang’ın enlemi 34.7o.  Kıbrıs ya da Tunus enleminde yani.  Yaz sıcağının erkenden başlaması o yüzden norm al.  Kışın soğukluğu da herhalde kara ikliminden dolayı idi.  Biz Mart ayında geldik buraya bu yüzden kışın ortasını görmedik.  Kar buz olurmuş ortalık Aralık Ocak aylarında.


Şimdi yaz geldi, peony çiçekleri kurumaya başladı.  Halbuki daha iki hafta önce (10 Nisan) da Peony festivali başlamıştı.

Aslında Şakayık demek lazım.  Çünkü Türkçesi “şakayık” imiş.  Şakayık kelimesinin bir çiçek ismi olduğunu bilirdim de “Peony” demek olduğunu bu bloğu yazarken öğrendim.  Luoyang insanına göre, Luoyang “dünyanın şakayık başkenti” imiş.  “Nisan ayında bütün dünyadan buraya insanlar şakayık görmeye gelirlermiş” dediler bize.  Bütün dünyadan gelenleri gözümüzden kaçırmış olabiliriz ama Çin’in dört bir tarafından gelenler çoktu.  Önlerinde rehberleri, birbirlerini kaybetmesinler diye kafalarında aynı renkten kasketleri bahçelerde dolaşıyorlardı.

Şakayık güzel bir çiçek aslında.  Yaprağı biraz daha az olsa daha da güzel olacak çünkü yapraklar bazen çiçekleri gizliyor.  İşte aşağıda şakayık bahçelerinde çektiğimiz bir kaç tane resim.


Sevgili eşim Meliz ve kırmızı şakayıklar.  Kıyafet ve kafadaki şapkadan anlayacağınız gibi hava soğuk ama güneşli.

Bu da kırmızı şakayıklardan bir tanesinin yakından görünüşü.


Bir tane de karı koca beraber resmimizi yükleyeyim de Halim’in de orada olduğu tescil edilmiş olsun.


Bu da hep beraber.


Solumdaki çocuk, burada benimle çalışan çok yetenekli bir türbin tasarım mühendisi, Melizin sağındaki de firmanın bana verdiği tercüman/assistant.  İkisi de çok çalışkan insanlar.  Hafta sonunda da gördüğünüz gibi, bizi şakayık tarlalarında gezdiriyorlar.  Tercüman kız bu sene sonunda evleniyor.  Kocası ile de tanıştık, zeki ve cana yakın bir genç makina mühendisi.  Aynı firmada çalışıyor.
Luoyang’da ki düğün dernek adetlerini de biraz öğrenmiş olduk bu vesile ile.  Yeni evlenen çifte bir ev almak oğlan tarafının görevi imiş. Oğlan babası olmak masraflı yani.

Bizdeki gibi öyle fazla gösterişli bir düğün dernek olmazmış ama gelinle damatın güzel manzaralı yerlerde fotoğraf çektirmesi adetmiş.  O gün şakayık parkında da yeni evlenen çiftler gördük resim çektiren.  Mesela bir tanesi:


O kadar kalabalık arasında, düğün fotoğrafı telaşı ilginçti.  Damat da gelin de ayaklarında keten pabuç giyiyorlardı ama resimde gözükmüyor tabii.

Kalabalık derken gerçekten harbi kalabalıktı.  Park büyük olduğu için tenha köşeleri vardı, biz de daha çok oralarda dolaştık ama ana arterler insan dolu idi:



Başta da dediğim gibi, yaz geldi, çiçekler kurumaya başladı. Dün akşam üstü başka bir parkın yanından geçiyorduk.  Meliz farketti, şakayıkların hepsi kurumuş.  Zaten söylemişlerdi, çiçeklerin ömrü az diye.  Çiçeklerin ömrü az ama, bitki yerinde kalıyormuş.  Dallarını buda, kışın sonunda gübrele, seneye yine çiçek açıyor.

Şu anda şakayık falan kalmadı, hava ısındı.  Burada pek klima adeti de yok.  Iş yerinde tahammül ediyoruz.   Avustralya'ya ilk gittiğim yıllarda boyleydi ama orda kısa pantalonla işe gitmek normal bir adetti.  Burada hem kısa pantalonum yok yanımda, hem de olsa bile giyip işe öyle gitsem tuhaf olur.  Gerci, burda "Batılıdır, delidir, ne yapsa yeridir" diyorlar ama, herhalde kısa pantalon onlari şaşırtırdı.

Yattığımız yerde klima var, iyi de çalışıyor ama, onu da kullanmaya korkuyoruz.  Hem Meliz, hem ben iki haftadır hastayız. Öyle ciddi bir hastalık değil ama hapşırık tıksırık burun akması ne ararsan var.  Bereket eklem ağrısı yok, yani herhalde grip değil.  Yavaş yavaş geçmeye başladı aslında, bu yüzden klima açıp belki üşütürsek tekrar nükseder diye korkuyoruz.

Hastalık faslına girmişken, bir kaç gün önce eczaneye gittim, gargara yapmak için bir şurup almak için.  Avustralya’da Betadine diye tendürdiyot kokan bir sıvı satılıyor eczanelerde.  Onunla gargara yapınca sanki bademcik iltihabına iyi geliyormuş gibiydi.  Eczacıya el işaretleri ve kafayı geriye doğru eğip gargara sesleri ile anlatmaya çalıştım öyler bir şey belki vardır ümidi ile. Sonunda anlamış gibi oldu, koşa koşa gitti bir şişe getirdi.  Baktım, yeşil renkli, ağız kokusuna karsi Çin mamulü Listerine  gibi bir şeydi.  Yok dedim benim istediğim bu değil.  Biraz daha işaretle anlaşmaya çalıştık.  Anladım ki, öyle bir gargara adeti yok burda.  Bir spray verdi, ağzın içine ve boğaza doğru sıkmak için.  O da tendürdiyot kokuyordu.  Bir de bir kutu pastil önerdi, çiğnemek için.  Avustralya’da da benzer pastiller satarlar, pek bir işe yaradığını sanmam ama yine de satın aldım önerilen hepsini ağzımıza spray sıktık birer tane pastil attık çiğnedik.  Şu anda iyiyiz ama.  Belki de pastil ve spray iyi geldi.

Bu bloğu okuyan mühendis arkadaşlar şakayık çiçeklerinden hastalık muhabbetinden falan usanmıştır diye bir tane de makine elemanı resmi koyayım.


O gün parktan sonra Luoyang müzesine gitmiştik.  Orda çektim.  Milattan önce 221-475 senelerinde hüküm sürmüş Doğu Zhou Hanedanı döneminden kalma bir ratchet (mandal?) mekanizması.
2400 sene önce bronz devri idi herhalde.  Zaten bu da bronz’dan yapılmış.  Ne işe yaradığını yazmamışlardı müzedeki vitrinde.

Bahar geldi ya, insanlar parklara falan çıkmaya başladılar. Geçen gün, işe giderken parkta bir ihtiyar yaylı tambura benzer bir şey çalıyordu.



Ben de gittim dinlemeye başladım.  Adam çalarken, karısı da söylüyor, Çince gazel babından bir şey.  Ben dinlerken, adam beni farketti, işaretle çağırdı, bana verdi çalgıyı.  Ben de adamı kıramadım, gördüğünüz gibi Karadeniz havalarından döktürdüm.



Kemençe çalanları görmüştüm. Parmakları fazla oynatmaya gerek yok, ritmi tutturdun mu, bir süre sanki çalıyormuş hissi veriyorsun dinleyenlere.  Ben de o his kaybolmadan bıraktım zaten.

Bu aletin adı "Er Hu" imiş.    İsterseniz burdan dinleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=dhic2cE57iM

Görünüşü yabancı gelmemişse, haksız değilsiniz.  Esas icat edildiği yer Orta Asya imiş.  Çinliler ona başta "barbar kemanı" derlermiş.  Yani bir Türk milli çalgısı diyebilirsiniz.

Son olarak da ilgisiz alakasız bir fotoğrafla bitireyim.  Geçen gittiğimiz lokantanın duvarından bir enstantane:



26 Nisan 2015 Pazar

ÇİN NOTLARI #7 – NELERİ ÖZLÜYOR İNSAN?

ÇİN NOTLARI #7 – NELERİ ÖZLÜYOR İNSAN?

2015 Jeotermal Kongresi için bir haftalığına Melburn’da idim.  Luoyang’a 25 Nisan Cumartesi günü döndüm.

Ben hafif seyahat etmeyi severim.  Normal olarak, böyle bir toplantıya küçük bir el valizi ile gider gelirdim.  Bu sefer, bir küçük bir büyük bavul aldım yanıma. Melburn’a giderken büyük bavul boş gitti.  Gelirken tıka basa dolu geldi.

Ne getirdim? Aşağıdakiler kendimiz için:
Dört kilo beyaz peynir (fabrika ambalajlı yarım kiloluk paketler halinde)
İki kilo Gemlik zeytini (aynı şekilde ambalajlı)
İki somun ekmek
İki paket siyah çay (Twinings English Breakfast)
Soğuk algınlığı ve allerji (hava kirliliğinden burnumun şıpır şıpır akmasını engellemek için)

Bunlar bavulu doldurmadı.  Geri kalanını, hediye ile doldurdum.  Ne hediyesi olduğunu aşağıda yazacağım.

Yukarıdaki listeden tahmin edeceğiniz gibi, bizim bulunduğumuz şehirde beyaz peynir bulamadık.  Bırak beyaz peyniri, herhangi bir peyniri bile bulmak zor, bazı lüks süpermarketlerde satılan kilosu 150-200 Yuene satılan ithal cedar ve gravyer peynirleri hariç.  Onları aldık tabii ama beyaz peynirin yeri başka oluyor.  Belki internetten alabiliriz dedim. Alibabaya baktım, bir sürü Türk firması beyaz peynir satıyor ama en küçük sipariş 20 tenekelik bir palet.  O kadar da aç değiliz peynire.  Bekleriz Avustralya'ya dönene dek.

Aynı izlenimler zeytin için de geçerli.  Yine bazı süpermarketlerde siyah zeytin bulunuyor ama kokteyl zeytini gibi tuzsuz ve tatsız.

Ekmek de oyle.  Bir somun ekmek bulamadik daha.  "Ekmek" çok ama bulduğumuz ekmeklerin hepsi şekerli ve yumuşak sünger gibiydi.

Tek istisna, geçen hafta, mahalle içinde bulduğumuz ufak bir tezgahta saç üzerinde taze taze yapılıp satılan ekmekler.  Çinliler “Saobing” diyorlar. Mayasız undan yapılıyor ve özellikle tazeyken tadı harika.  Bulduğumuz saobing fırını, bize biraz uzak, yirmi dakikalık yürüyüş mesafesi.  Ona rağmen sık sık gidip alıyoruz. Tanesi 5 Jiao yani aşağı yukarı 20 kuruş Türk parası ile  (1 Yuen = 10 Jiao; 1 Jiao = 10 Fen).  Aslında bu “saobing” denilen ekmeği bulduğumuz için Melburn’dan ekmek getirmeye gerek yoktu ama gitmişken iki somun da ekmek aldım, bulunsun diye.

Saobing fırını

Fırın caddeden bir kapı  ile girilen ufak bir çarşı içinde.  Çarşı karman çorman bir yer.  Hani o filmlerde gördüğümüz Çin çarşılarını andırıyor.  Tezgahlarda acaip görünüşlü etler var.  Etlerin üzerine sinekler konup kalkıyor habire.  Tezgahın başındaki insanlar taburelerinden kalkmadan ellerinde bir havlu sallayarak sinekleri korkutmaya çalışıyor ama o kadar uyuşuk sallıyorlar ki havluyu, sinekler aldırış etmiyor.

Biraz ileride, bir havuzun içinde balıklar var.  Balıkların çoğu canlı ama arada ters dönmüş hareketsiz yüzenler de var.  Bu ölü balıkları hala suyun içinde tuttuklarına göre, onların da bir alıcısı var demek ki diyoruz.  İnşallah lokantalarda yediklerimiz böyle değildir diye düşünüyor insan. Başka tezgahlarda domates, salatalık, biber, soğan, bok chai (bu sonuncusuna “Chinese Spinach” diyorlar ama daha çok yaprakları düz marulu andırıyor).  Domates, salatalık ve biber almayı da ihmal etmiyoruz saobing almaya gitmişken.

Dün sabah, saobing, domates, salatalık, taze yeşil biber, yumurta, beyaz peynir, zeytin, siyah çay, güzel bir kahbaltı yaptık Meliz’le.

Çay

Çin’de tabiii envai çeşit “çay” var: yeşil çay, çiçek çayı, meyve çayı, vb.  Yine şöyle güzel bir Seylan çayı bulamadık Luoyang’da.  Başka büyük şehirlerde vardie mutlaka ama burası Çin’in köyü o açılardan.

Hediyeler
Hediyelerin bir kısmı, beraber çalıştığımız çocuklar içindi.  Herbirine bir blok Dairy Milk çukulata, bir paket te Makadamya fındığı getirdim, Avustralya’dan bir ufak hediye olarak.  Onun dışında, Melburn’dan 4 paket süt tozu aldım. Burda tanıdığımız bir aile var, onlara vermek için.  Süt tozu Çin’e gelirken getirilecek en makbul hediye.  Herhalde duymuşsunuzdur, 2008 senesinde, altı bebek öldü, on binlercesi de böbrek hastalığına tutuldu.  Sebep süt tozunun içine protein miktarı fazla gözüksün diye imalatçı firmanın kattığı melamın.  Ondan beri, kimse Çin’deki süt tozuna güvenmiyor.  Bu yüzden, eğer Çin’e gidiyorsanız yakında, tanıdığınız ailelere en iyi hediye bir kaç paket süt tozu.  Makbule geçecektir.



13 Nisan 2015 Pazartesi

ÇİN NOTLARI #6 - Yasak Şehir

Çin Seddini gezmemizin ertesi günü, Yasak Şehir'e gittik.  Çinliler oraya GuGong diyorlar.



Tam tercümesi, "Malum Saray" demek.  Birinci character, "Gu" nun bir sürü anlamı var da, ben buraya en yakışanı olarak "malum" dedim.  İkinci karakter, yani "Gong" saray demek.

Beijing maceralarına başlamadan önce, HaberTürk gazetesinde okuduğum bir habere değinmek istiyorum.  Pazar günü okuduğum habere göre Türkiye ödemeler dengesi istastiklerinde, altın ihracatı ile cetvel hatası (yani kaynağı açıklanamayan para) arasında doğrudan bir korelasyon varmış.  2009 senesine kadar altın ihracatımız o kadar fazla değilmiş; o zamanlara kadar  kaynağı açıklanamayan para çok azmış, gerçekten cetvel hata payı yani.  Ne var ki 2009 dan sonra, altın ihracatı artmaya başlamış.  Onunla birlikte, kaynağı belli olmayan para girdisi de artmaya başlamış.  Bunun ödemeler dengesi üstündeki etkisi iyi olmuş.  O sayede ödemeler dengemiz olması gerekenden daha az açık veriyormuş.  Buraya kadar iyi.  Ama insan merak ediyor, bu para nerden geliyor diye.  Söylenen yekunlar az değil. Ayda 2 milyar dolar.  Bu böyle devam etmiş beş altı sene.  Toplam 150 milyar dolar civarında kaynağı açıklanamayan para girdisi yani.

Buraya kadar, Haber Türk gazetesinden.  Bundan sonrası benim yorumum.

Bilindiği gibi 2009 sonrasında, ABD'nin dünyaya zorladığı İran ambargosu daha sert bir şekilde uygulanmaya başladı.  Ben şöyle bir fikir cimnastiği yapıyorum şimdi.  "Kaynağı belirsiz" bu miktarların, İran'ın ambargoyu delme çabaları olduğunu var sayıyorum.  Yani el altından Iran'dan bir şekil piyasaya giren kayıt dışı meblağ.  Bu meblağın en kolay ülkeye giriş şekli de herhalde külçe altın olarak.  O yüzden, külçe altın kayıt dışı geliyor, ihracat edilerek dövize çevriliyor, o dövizlerler İran'ın istediği şeyler alınıyor, ve mallar İran'a gidiyor.  Bu işleri kotaracak Türkiye'deki aracılar, bunu bedava yapmazlar tabi, bir komisyon alacaklar.    Böyle bir iş için uygun komisyon oranı ne olmalıdır diye düşünmeye değer.  Lokantada hesabi öderken garsona verilen 10% dan fazla olmasi lazım.  Sene başında, 11 Ocak da ki bloğumda, enerji piyasasında, böyle karmaşık işlere arabulucu olunduğunda, doğal komisyonun 25% civarında olduğunu yazmıştım, ABD de 2014 sonunda sonuçlanan bir dava sonucunu  zikrederek.  Aynı oranın, bu Türkiye ekonomisindeki "kaynağı belirsiz" miktarların el değiştirmesinde de kullanıldığını kabul edersek, bu işte yardımcı olan arabulucular, son 5-6 senede 30-40 milyar dolar civarında gelir elde etmişler demek.  Taş atıp kolları yorulmadan.

Bütün bunlar, başta da dediğim gibi, kör spekülasyon.  Pazar günkü bir gazete haberinin çağrıştırdıkları.  Yine de sizinle paylaşmadan edemedim.  Belki, benden daha akıllı ve bilgili insanlar, daha değişik ve daha makul bir yorum ile açıklayabilirler bu vaziyeti.  Bana bildirirlerse sevinirim.

Konu dışı bu girizgahtan sonra, Yasak Şehir'e dönelim.  Pazar sabahı otelde erkenden kahvaltımızı yaptık.  Kahvaltıdan özellikle sevgili eşim Meliz çok memnun kaldı.  Luoyang'a gittiğimizden beri, Türk işi bir kahvaltı yapamamıştı.  Türk işi bir kahvaltı Meliz için, "ekmek, beyaz peynir, zeytin, domates, salatalık, ve sivri biber" demek.  Luoyang'ta domates (hem de çok güzel domates), salatalık ve biber (sivri biber değilse de ona yakın) bulabildik.  Beyaz peynir ve zeytin hiç yok.  Ekmekse var ama, tatlı şekerli ve yumuşak ekmekler. Bizim damak tadımıza uygun degil.  O yüzden, Luoyang mutad kahvaltımız, porridge (yulaf ezmesi), haşlanmış yumurta, ve meyva.  Ben onları da severim ama Meliz peynir-zeytin-ekmek-domates kahvaltısını özlüyordu.  Pekin'deki otelde, "beyaz peynir" dışında, bu sıraladıklarımın hepsi vardı.  "Beyaz peynir" yerine de sunumdaki diğer peynir çeşitleri alarak, güzel bir kahvaltı yaptık.

Kahvaltıdan sonra yola koyulduk.  Ben yolu bildiğim iddiasında idim, o yüzden otelde kimseye sormadan çıktık.  Bir problem de çıkmadı, elimizle koymuş gibi bulduk "Yasak Şehir"i.  Yasak Şehir (yani "Forbidden City" ya da "GuGong"), Çin imparatorlarının ve saray efradının kaldığı, etrafı duvarlarla çevrili, aşağı yukarı 850 m x 850 m ebatlı, kare şeklinde bir alan.  İlk girişteki kapılar büyük, atların, atlı arabaların geçmesi için.  Daha içerdeki bölüme atlar arabalar girememesi için  kapıları küçük tutmuşlar.  Ben daha önce de iki kez gezmiştim orayı, ne yalan söyleyeyim, o zamanlar da beni pek etkilememişti.  Bizim Topkapı'daki ya da diğer saraylardaki, bir saray ihtişamı yok.  Oraları gezerken, burası gerçekten hükümdarlara yaraşır bir yer diyorsun.  Yasak Şehir bana öyle gelmedi.

Daha önceki ziyaretlerimden farklı olarak, bu sefer korkunç bir kalabalık vardı.  Kalabalığın çoğunluğu da, Çin'in köylerinden kopup gelmiş turlar.  Aşağıdaki fotoğrafta. Sağ üst köşeye bakın, kırmızı kepli bir grup göreceksiniz, işte onlar böyle bir tur grubu.

İçeri bu kadar insan girerken, aşağıdaki resimdeki bu askercikler, çatık kaşlarla ileriye bakıp kımıldamadan duruyorlar, ancak arada bir şeyler bağırıyorlardı.  "Acele edin, yolu tıkamayın" mı diyorlardı, yoksa "En büyük Mao, ondan büyük yok" mü diyorlardı, onu tefrik edecek kadar Çince öğrenemedim henüz.


Her biri birbirine benzeyen bina fotoğrafları ile canınızı sıkmak istemiyorum.  "http://en.wikipedia.org/wiki/Forbidden_City" sayfasına giderseniz, zaten mebzul miktarda fotoğraf mevcut, benim açıklayabileceğimden çok daha yetkin bir şekilde sunulmuş bilgiyle birlikte.  Ben, genel gözlemlerimi aktaracağım.  Arada bir kaç fotoğraf koyalım yine de, hani gerçekten biz burdaydık dercesine.  İşte aşağıda, mana ve ehemmiyetini wikipedia'da bulamadığım kanatlı bir direk önünde verilmiş bir poz.


Aşağıda, bir tür grubu rehberlerini dinliyor.  Yorulmuşlar belli.  Başlarında şapkaları niçin yok bilmiyorum.  Belki de, şehir dışından gelen bir tur değildir.  Ama önlerinde çömelmiş, arkası bize dönük kız rehber gibi duruyordu.



Bunlar da resmi kıyafetli tur grubu.  Kırmızı başlıklar birbirlerini kaybetmesinler diye herhalde.


Ben onları seyrederken, rehberleri bir şeyler bağırıp duruyordu.  Onlar da öyle dinliyorlardı.  Bir kaç dakika sonra, 100 metre ileriden bir amcam, ayaklarını sürüye sürüye geldi.  Anladım ki, gruptan bir kişi eksikmiş, rehber o nerede diye soruyormuş.  O da işte sallana sallana gelen bu amcammış.  Gelen amcamı rehber bir güzel azarladı bağırarak (ya da bana bağırarak azarlıyormuş gibi geldi, bazı Çinliler hep öyle konuşuyorlar, anlayamıyorum) .  Amcam hiç istifini bozmadı, sıranın içine girdi, sonra yürüyüp gittiler.

Emeklilerin Çin'deki durumları çok iyi.  Geçen akşam, CCTV News'da bir programda emekli bir karı koca ile mülakat izledik.  Karı koca ellerine ayda 10 bin yuan geçiyormuş (4000 TL).  Çin  için büyük bir para.  Onlar da " bu para bize bol bol yetiyor" dediler.  Hafta bir kaç kez, dışarıda lokantada güzel yemek yerlermiş, üzerlerine giyecek takacak bir şeyler alırlarmış, kalan para ile de seyahat ederlermiş.  CCTV News'deki programı belki hükümet propagandası sanabilirsiniz ama rakamlar benim Luoyang'da sorarak öğrendiklerimle de uyuşuyor.  Mühendislerin emekli olduktan sonra maaşlarına benzer bir emeklilik ücreti almaya başladıklarını söylemiştiler bana.  Bu ücret yeni mezun bir mühendisin aylığından biraz fazla imiş.  İyi üniversitelerden mezun mühendislerin başlangıç maaşları aşağı yukarı 4000 Yuen  (1600 TL) olduğunu da, benimle çalışan genç mühendislerden öğrenmiştim.  Yani rakamlar uyuşuyor.  Burda erkek emekli yaşı normal olarak 60.  Emeklilerin böylece hem seyahat edecek paraları var, hem de dermanları.  İşte o seyahat edenlerden bazıları Yasak Şehirde idi biz orada iken iki hafta önce,

Dış avludan içeri girmeye çalışıyoruz hala.  Buraları daha ihtişamlı aslında.  İki fotoğraf aktarayım.


Bir de ben:

Çin lokantalarının önünde hep görürdüm, kapının iki yanında iki aslanı.  Bunların birisi dişi, birisi de erkek aslan olurmuş.  Hangisi dişi, hangisi erkek nereden anlayacaksınız, size onu yazacağım şimdi.  Aşağıdaki iki resimdeki aslanlara dikkatle bakın.




Önünde Meliz olan aslan, dişi aslan.  Benimle duran aslan da erkek aslan.  Ne alaka derseniz, ayaklarının altındaki objelere dikkatle bakın.  Aşağıda büyültülmüş olarak veriyorum.


Bir aslanın ayağının altında (soldaki resim) , bir küçük aslan yavrusu var.  Onunla oynuyor.  O aslan, işte dişi aslan.  Öteki aslanın ayağının altında, dünya küresi var.  O da işte ormanlar kralı, erkek aslan.

***  

Çocuklar her yerde çocuk.  Anaları onları getirmiş Yasak Şehri gezdirmeye ama bu iki kardeş, bir sütunun etrafında birbirlerini kovalamaktan başka bir şey yapmak istemiyorlardı.



Ben bunları yazarken öğle paydosu bitti.  Bizim genç takım geldi öğle uykusundan.  Türbine uygun yatak için bir rulman fabrikası ile randevulaşmışlar.  Oraya gidelim dediler.  Olur dedim, fabrikanın bir arabasını ayarlamışlar zaten, ona bindik, şoför götürdü bizi.  Oraya gittik, bizim arabayı nizamiyeden içeri sokmadılar. İnip caddede içeriden bizim temas kurduğumuz insanın gelmesini bekledik.  "Avustralya'da ya da Türkiye'de" dedim çocuklara, "böyle bir fabrikadan başka bir fabrikaya iş görüşmesine gidildiğinde, en azından arabanızı park edecek bir park yeri verirler."  Burada da, ziyaretçi arabakarın içeri girebilmesi için tesis müdürünün yazılı onayı lazımmış, bizim ziyaret de çabuk geliştiği için buna zaman olmamış.  Bu yüzden bizim şoför arabaya caddede park yeri laramak zorunda kaldı, biz de içeriye yürüyerek girdik.  Bürokrasinin bu düzeyde olması ilgimi çekti, onun için aktarıyorum.

Devam ediyorum Beijing notlarına. 

Yasak Şehrin bir kapısından girdik, diğer kapısından çıktık.  Giriş kapısı, Tienanmen meydanının tam karşısında idi.  Yasak Şehir'den çıkınca, bir de meydana gidelim dedik.  Yürümeye başladık.  Yasak şehrin duvarlarının etrafından dolanacağız.  Giderken yanımıza bir "hutong" yaklaştı.  Motorlu bisikletin çektiği, fotoğrafta  görüldüğü gibi, iki tekerli bir vasıta.  Bu fotoğrafı webden indirdim,.  Bizimkinin fotoğrafını çekmemiştim.


Bizim hutong sürücüsü yanımıza yaklaştı, "Tienanmen'e götüreyim" dedi.  "Kaça" dedim, üç parmağını kaldırdı.  Herhalde otuz yuen demek istiyor dedim kendi kendime.  Uzun bir yol değildi ama, bu adam da para yapsın diye bindik.  Perişan bir hali vardı, yolda da acıdım, kendi kendime karar verdim, iyi bahşiş vereyim diye. Yukarıdaki adama benziyordu aslında.   Meydana yaklaşınca, bir ara sokağa saptı orda durdu.  Kimsenin geçmediği bir sokak.  "One minute walk" dedi, yani meydan buraya yakın dercesine.  "OK" dedim, ben adama otuz yuen verdim.  Adamın yüzü değişti, cebinden bir kart çıkardı, üzerinde "300 Yuen, aşağısı kurtarmaz (it is not worth it otherwise)" diyor ingilizce olarak.  "Şaka ediyorsun herhalde" dedim adama.  Bir yandan da fotoğraf kamerası dışarıda, boynumda asılı, "keşke onu kabına soksaydım" diye düşünüyorum.  Çünkü adamın hali kötü.  "300 Yuen olduğunu bilsem binmezdik" dedim adama.  "Ama bizde de kabahat var, çünkü fiyatta tam olarak anlaşmadık.  O yüzden, al sana 100 Yuen," dedim ve adama 30 yerine 100 Yuen verdim.  Türk parası ile 40 lira yani.  "No No" diye bağırıp Çince bir şeyler söylemeye başladı.  Dedim şimdi çıngar çıkacak.  Bu arada Meliz telefonla  Luoyang'daki benim tercüman kızı aramış, ona durumu anlatmış.  Telefonu hoparlöre getirdi adama dinletti.  Tercüman kız ona Çince birşeyler söyledi.  Adam da o zaman bana bakıp "No good No good" diye diye motorlu bisikletine atladı gitti. Bu da işte bir Beijing maceramız.  Luoyang'da hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştık.  Ne de olsa büyük şehir başka oluyor.  Tercüman bana sonra söyledi, "300 yuen çok fazla, polise veririm seni, başın belaya girer" demiş.

Tienanmen'e gittik sonunda. Meydana çıkmadan önce güvenlik kontrolü var.  Üstünü başını gayet dikkatle arıyorlar. Hani bizim AVM lerde olduğu gibi eften püften değil.  Yirmi dakika bekledikten sonra kontrolden geçtik.  Caddenin bir tarafından öbür tarafına geçerken yeraltı geçidini kullanıyorduk.  Yanlışlıkla güvenli alandan çıkmışız.  Caddenin öbür tarafında, tekrar kontrolden geçmek zorunda kaldık.  Bir yirmi dakika daha.   Meydandan iki tane fotoğrafla bitıreyım.


Uzakta gözüken çatı, Yasak Şehrin girişi.  Mao'nun resmini de görebilirsiniz dikkat ederseniz.  Tienanmen meydanı ile Yasak şehir arasında geniş bir bulvar var.  O bulvarın altından geçerken yanlışlıkla güvenli sahadan çıkıp tekrar güvenlik kontrolü kuyruğuna girmek zorunda kalmıştık.  Aşağıdaki fotoğrafta, arka planda gözüken taş sütun, Halk Kahramanları Abidesi imiş.  Ortanın sağına doğru gözüken lambalı direk aynı zamanda kamera sütunu.  Meydanın her yanı böyle kamera denetimi altında.  En altta, o bölgeleri büyültülmüş olarak görüyorsunuz.  


Son olarak da, arka plandaki o iki direğin tepelerini büyülterek kopyaladım aşağıda.


Bu kadar kameraya ne gerek var bilmiyorum.  Meydanın etrafı asker ve polis dolu idi zaten. O günün bir mana ve ehemmiyeti de yoktu, Pazar olması dışında.  Demek ki her zaman öyle.


8 Nisan 2015 Çarşamba

ÇİN NOTLARI #5 – Çin Seddi

Bu notları yazmak için en uygun zaman, öğle yemeği sonrası oluyor.  Luoyang’daki ofisim, şu gördüğünüz binanın 21. katında.


Sabah saat 8 de ise başlıyoruz (ben beş on dakika geç geliyorum assansör kalabalığında kurtarmak için).  Öğle yemeği paydosu saat 12 de.  Bina kalabalik, uc tane asansor yetmiyor.  Tam 12 de çıkarsak, aşağıya inmek için asansör bulmak mümkün olmuyor.  Aşağı katlardaki insanlar daha asansör yukarıya çıkarken dolduruyorlar, bizim kata gelince yer kalmamış oluyor.  Çocuklara sordum bu asansörleri niçin farklı katlara tahsis etmemişler diye.  Mesela ilk iki asansör 1-15 inci katlara, üçüncü asansör 15-25 inci katlara. Benim aklıma gelen, onların da aklına gelmiş tabii.  Teklif etmişler, ama bir sonuç alamamışlar.  Bina idarecileri çok kızmış, eski köye yeni adet mi getireceksiniz diye.  Ben de onlara işten kaytarmayı öğrettim.  Bizim takım, beşimiz hep beraber, herkesten beş dakika önce çıkıyoruz, asansör beklemiyoruz.  Diğer çalışanları gözlüyorum acaba benim kaytarmam kötü bir emsal olarak dalga dalga yayılıp binanın yeni normu haline gelecek mi diye.
Yemeği 50 metre ilerideki kafetaryada yiyoruz. Sonra saat 2 ye kadar öğle paydosu.  Evi yakın olanı zaten evine gitmiş oluyor.  Burada kalanlar da ya dışarıda dolaşıyor ya da masaya kafasını koyup uyuyor.  Kimilerinin portatif yatakları var, onu kurup mışıl mışıl uyuyorlar, telefonları saat 2 de uyandırana dek.  Ben Beijing’de geçirdiğimiz hafta sonu notlarına devam edeyim.  Bu gün daha çok Çin Seddinden bahsedeceğim.   
Teorik olarak, Çin seddine rehbersiz kendi başımıza otobüse binip de gidebilirdik tabii.  Ama otobüse nereden binilir, hangi otobüse ne zaman binilir, bilet nerden alınır, geriye dönüş nasıl olur gibi sorunları lisan bilmeden çözmek zor olduğu için, özel bir rehberle gitmeye karar verdik.  Luoyang’tan tavsiye edilen bir firma ile e-mail üzerinden haberleşerek rezervasyonumuzu yaptık.  İki kişiyi Çin seddine götürüp gezdirip getirme, dönerken görmek istediğimiz başka bir yere de uğrayarak dönmenin maliyeti 1200 Yuan (takriben 500 TL).

Cumartesi sabahı sat 8:30 da rehber ve araba geldi.  Araba yeni model bir Audi (Çin imalatı), kendi şoförü ile geliyor.  Rehber şoförün yanına oturdu, biz de arkaya oturduk, yola çıktık.  Çin Seddine bir kaç yerden çıkılabiliyor.  Meraklıları için, aşağıdaki haritayı bir web sayfasından indirdim.


Ben iki kere gitmiştim daha önce ama başkaları organize etmişti ve nereye gittik, nasıl gittik, hiç dikkat etmemiştim.  O yüzden rehber “JuyongGuan” noktasını tavsiye edince itiraz etmedik.  Daha sonra bu bloğu hazırlarken öğrendim, en popular yer “Badaling” mis ama çok kalabalık oluyormuş.  Gerçi bizim gittiğimiz yer de, Juyongguan da, kalabalıktı ama sanki bana daha önce gittiğim yer kadar kalabalık değilmiş gibi geldi.  O yüzden, JuyongGuan noktasını tavsiye ederim ileride siz de giderseniz.

Arkamızdaki beyaz taşta, “Great Men Climb Great Wall”, ya da Türkçesiyle “Büyük Duvara Büyük Adamlar Tırmanır” yazıyormuş.  Mao demiş zamanında.  Meliz ve ben de o gün o arkada gördüğünüz tepelere tırmandık, yani ikimiz de “büyük adam” olduk günün sonunda.

Aşağıdaki resimde gördüğünüz gibi, bir sürü büyük adam vardı o gün duvarın üzerinde.  Bu fotoğrafta rahat gözüküyor ama daralan yerlerde sıkışıklık oluyordu.   Çok miktarda ecnebi turist vardı.  Ertesi gün gideceğimiz Yasak Şehir’deki kalabalığın nerde ise yüzde seksenini oluşturacak olan Çinli emekliler turları burda gözuma çarpmadı.  Çin seddine inip çıkmak herhalde cazip gelmiyor ihtiyarlara - biz genciz ya bizi duvar muvar ırgalamıyor  :).



Yukarıdaki ara kulelerinden biri işte böyle.  Her kulede, o zamanki şartlarda, bir manga askerin yatıp kalacağı kadar yer var.  Bu pencereleri niçin bu kadar kocaman yapmışlar bilmiyorum.  Genellikle muhafız kulelerinde, pencereler küçük olur.


Her resimde böyle pişmiş kelle gibi sırıtarak çıkmamın sorumlusu sevgili karıcığım, Meliz.  Fotoğrafı o çekiyor, her seferinde de, “gülüver lütfen, gülünce daha güzel çıkıyor” diyor.  Ben de kendimi gülmeye zorluyorum yukarıdaki resimde görüldüğü gibi.
Aşağıda kendisini görüyorsunuz.  “Artık yeter, dönelim desem” mi der gibi bir poz vermiş.  Ama hakkını yemeyeyim ondan sonra asker asker çıktı merdivenleri.


Yukarılara çıktıkça, kalabalık azalıyor, hareket daha kolaylaşıyor.  Öyle böyle sonuna kadar çıktık.  Yolda, kamerayı çantasından çıkarmaya üşendiğim için, telefonla çekmeye çalıştığım, onu da beceremediğimi aşağıya inince farkettiğim bir lebvha vardı.  Fotoğrafı olmadığı için, ben kendim tarif edeceğim:

Cronulla, Sydney yakınında bir sahil semti, sahile uçurumlardan inilen.  Rugbi kulüpleri de meşhur.  “Cronulla Originals” sanırım o kulübün para kazanmak için imal ettiği bir ürün olduğunu gösteriyor.    Herhalde, Çin seddinde gördüğüm (ve yukarıda benzerini yaratmaya çalıştığım) tabela Cronulla’dan  bir grupla gelmişti.  Daha önce Çin Seddini görmüş bir Cronulla fanatiği olması lazım.  İkinci sefer gitmeye hazırlanırken, yanında bir tane levhayı götürmüş olması lazım.  Yoksa, yanımda bir kaç tane levha olsun, ne olur ne olmaz müsait yerlere aşarım diyeceğini sanmıyorum hiç kimsenin – velev ki Cronulla taraftarı bile olsa.


1999 senesinde, hükümet 1000 çifti, bu üzerinde olduğumuz JuyongGuan geçitinde evlendirmiş, “Millenyum Düğünleri” diye geçiyor kayıtlarda.  O çiftlerin her biri, evlilik günlerini duvara bir kilit aşarak simgelemişler, hani “bu kilit de bizim evliliğimiz gibi, ebediyen sürecek” dercesine.  O zamandan beri adetmiş, yeni evlenen çiftler buraya asarlarmış birbirlerine bağlayan kilitleri.
Benim gibi romantic bir koca böyle bir fırsatı kesinlikle kaçırmaz.  Karıcığım rehber ile bir şey konuşurken, ben de gittim bir kilit aldım, üzerine ismimizi ve o gün tarihini yazdırdım.


sonra da Meliz’le birlikte aşağıda görüldüğü gibi duvara astık.

Dönüşte, rehberimiz bizi “Jade” (yeşim taşı) işleyen bir fabrikaya götürdü.  Çok muhteşem işlenmiş şeyler vardı ama bizim meraklı olduğumuz bir şey değildi.  Orda fazla vakit geçirmedik. Resim de çekmemişim.  Google resimlerinden kopyaladığım aşağıdaki resimler gibi şeyler vardı.


Yeşim taşı fabrikasından sonra, bir de ipek imalathanesine gittik.  Bildiğiniz gibi, ipek böceği ve ipek üretimi Çin’de icat edilmiş vakti zamanında.  Bu fabrika ilgimizi çekti.  Aşağıda, ipek ipliği üreten bir tezgah görüyorsunuz  O ipliklerin her biri, aşağıda bir kozadan geliyor.  Kozayi, bir yün topu gibi etrafına sararmış ipek böceği.  Burda da o topu gerisin geri açıyor makine, iplik üretmek için.

Aşağıda daha yakından çekmişim.  Suyun içindeki kozaları da görürsünüz dikkatle bakarsınız.  Makaraya sarılan ipek iplikler gayet kuvvetli, elinizle çekseniz de kopmuyor.  Makine sarmaya devam ediyor.  Resimi döndürdüm sanıyorum ama dosya değişmemiş.  Bakarken saat yönünde kafanızda çevirip bakın.

Bazen, iki tane böcek bir koza yaparlarmış kendilerine.  O kozayi açmak yukarıdaki makine ile mümkün olmuyor tabii çünkü iki tane sargi birbirinin içine girift bir şekilde girmiş oluyor.  O kozaları, iplik değil, doğrudan ipek yorgan falan yapımında kullanırlarmış.
İşte aşağıda bir işçi açıyor bir kozanın ipeğini.


Ondan sonra üstüste böyle kasnaklara geriliyor:


En sonunda da onlar da tabaka tabaka birleştirilip, yorgan oluyor:

Biz bir yorgan, üç tane de yastık aldık, içi ipek pamukları ile doldurulmuş.  Avustralya parası ile 370 dolar, Türk parası ile 700 lira falan tuttu.  Onları vakum ile paketlediler, bir torbaya koydular.  Luoyang’da döndüğümüzde boş bavullardan birinin içine yerleştirdik, Hazirana kadar herhalde vakum azalır, yorgan ve yastıklar bavulun içine genişler.  Bir bavul daha almak zorunda kalırız o ipek yorganlar için.
Otele dönerken “Hangzhou Pazarı” na gittik.  Luoyang’daki Amerikalı mühendisin karısı söylemişti, “mutlaka gidin” diye.  Bizim Mahmutpaşa’nın kötü bir kopyası idi.  Çakma marka kıyafet çanta almak için gidilecek bir yer belki ama bizim ilgimizi çekmedi.  Tavsiye etmem.  İçinde Çinli’den çok yabancının olduğu bir yerdi.
Akşam, Pekin Ördeğini çok güzel yaptığını bildiğimiz bir lokantaya (Quanjude Beijing Roast Duck) gittik.  İşte aşağıda, bizim ördeği garson dilimlerken:

O dilimleri sonra yanında gelen ince yufkaların içine taze soğan ve sosla birlikte sarıp afiyetle yedik.  Masanın resmini çektim aşağıda.





Şarap şişesinin üzerindeki etiketi okuyabiliyor musunuz bilmiyorum ama, benim kanaatimce, Çin’de alınacak tek kırmızı şarap: ChangYu.  Süpermarketlerden şişesi 40-50 Yuan’a alabiliyoruz (yani 8-10 Avustralya doları ya da 15-20 TL).  İçimi de gayet güzel  Bu lokantada tabii şişesine 150 Yuen ödedik ama o kadar mark-up olur.


Aşağıda ben sabırsızlıkla ördeğin dilimlenip masaya gelmesini ve yemeğe başlamayı bekliyorum. Bugünlük bu fotoğraflarla bitireyim.  Saat 2:30 oldu zaten, biraz da çalışalım.

Rulo yapıp yerken.  Garson öğretti bana nasıl sarılacağını, benim nasıl karman çorman yediğimi görünce.  Hem çubukları hem de o küçük porselen kaşığı kullanmak gerekiyor ama o kadar da zor değil.



5 Nisan 2015 Pazar

ÇİN NOTLARI #4 – Beijing

Bir önceki bloğa Beijing seyahati ile başlamıştım ama seyahat notlarından Beijing bahsine girmeye zaman kalmamıştı.  Bu blog’da Beijing’den bahsedeceğim.  Hızlı trenle Luoyang’dan Beijing’e yolculuk tam tarifede belirtildiği gibi 3 saat 50 dakikada bitti.  İstasyonun iki çıkış kapısı var: “Kuzey Çıkışı” ve “Güney Çıkışı”.  Çinliler şehir içindeki gidiş gelişi pusula yönlerine göre adlandırıyorlar.  Bir Çinli arkadaşım, bunun Kuzey Çin'e has bir özellik oldugunu söyledi.  Çin'in kuzey bölgelerinde birisine , mesela “istasyon nerde” diye sorarsanız, “şu caddeden batı istikametinde 300 metre yürü, sonra güneye dön, yüz adım sonra görürsün” şeklinde bir cevap alırmışsın.  Bunu söyleyen arkadaş kendisi Güney Çin’dendi (aşağıda beraber çay içiyoruz). 


Güney Çinde aynı tarifin “şu caddeden sola dön 300m yürü, sonra tekrar sola dön, yüz adım sonra görürsün” şeklinde olacağını söyledi.  Bu gözlemi sınayacak kadar Çincem olmadığı için, öyle kabul ettim.  Türkler de Güney Çin insanı gibi tarif ediyor bence.  .  “Kuzey güney” den ziyade “sola dön, sağa sap” şeklinde yani.  İlginç bulduğum bir gözlem olarak bunu burda kaydedeyim dedim.

“Kuzey” ve “Güney”, istasyondan hangi kapıdan çıkacağız.  Beijing Luoyang’ın kuzeyinde.  “BeiJing’in kelime anlamı zaten “Kuzey Başkent” demek.  15.yüzyılda Ming Hanedanı sırasında, “Güney Başkent” olan NanJing’den ayırt etmek için öyle adlandırmışlar.  Biz trenle güneyden geldik.  “Herhalde, istasyon da şehre girer girmezdir” diye hüküm yürüttüm.  “Kuzey” kapısından çıktık, şehrin merkezine doğru bir taksi bulmak için.

Taksiye binince, Luoyang’da iken şirketteki tercüman kızın hazırladığı sayfayı gösterdim: “Sayın şoför, beni lütfen şu adresteki şu otele götür” diye  otel adresini veriyor - muş.  Hepsi Çin karakterleri ile tabii, 40 punto ile bir sayfaya kocaman yazılmış.  Şoför sayfayı eline aldı, baktı, bir şeyler söyledi, ses tonundan “tamam anladım” der gibi geldi.  Zaten on beş dakikada otele vardık.

Otelimiz, Sunworld Dynasty, şehrin tam merkezindeki “WangFuJing” bölgesinde.



Fotografta yandaki tarihi bina da bir kilise. Pazar günü de ordaydık.  Kilisede ayin yapıldığını görmedik ama sürekli önünde grup grup fotoğraf çektiren Çinli turistler gördük.  Önünde küçük bir park var, WangFujing’in kalabalığından kaçanlar için elverişli bir konaklama yeri.  İşte aşağıda, banklarda dinlenenleri görüyorsunuz. Arkadaki cadde, WangFujing.



O akşam yemeği Luoyang'dan babasını tanıdığım bir gençle yedik.  İyi bir üniversiteden makina mühendisi olarak mezun olmuş iki sene önce.  Geçen sene evlenmiş.  Şimdi kocası ile Beijing'de yaşıyormuş.  Benimle çok tanışmak istemiş, ben de olur dedim babasına.  Akşam kocan da gelsin, beraber yemek diyelim demiştim, kocasının başka bir işi çıkmış, tek geldi.  Hotel yakınında onun tavsiye ettigi mütevazi bir lokantaya gittik.


Kocası Beijing'li imiş, bir pazarlama işinde çalışıyor. Beijing'in cazibesi çekmiş, buraya yerleşmişler.  Kız Çin'in iyi üniversitelerinden birinden makine mühendisi olarak, hem de iyi notlarla (GPA=3.1), mezun olmuş. Ama mesleğinde iş bulamamış, bir dergide editör olarak calışıyor.  "Memnun musun işinden" diye sordum.  "Hayır" dedi.  Tek bir örnekten genelleme yapmak zor ama, böyle iyi üniversiteden mezun kız, Beijing gibi büyük bir şehirde kendi mesleğinde iş bulamıyorsa, Çin mucizesinde bir takım tökezlemeler başlamış gibi gözüküyor.  Avustralya’da ya da ABD’de doktora falan gibi seçenekleri düşünüyor, onun için benimle tanışmak istemiş. Babası da biraz bahsetmisti bunlardan.  "Biraz hayalci" demişti, kızı için.  Belki de onun için, benim konuşmamı istemişti, belki biraz aklını çelerim diye.  Ben kimseye akıl vermeyi sevmem. Çünkü benim için doğru olan bir seçenek, başka biri için daha değişik şartlarda en kötü seçenek olabilir.  Bu kızın durumunda, benim kanaatimce en ehven olanı, Çin'de kendine daha iyi bir iş araması aslında.  Ama yaşı nerdeyse otuzuna gelmiş bir genç hanıma benim 'böyle yap, şöyle yap, senin için öylesi daha iyi olur" demem zor. Desem de ne kadar dinler bilmem zaten.  Sadece sorularını cevaplandırdım, dışarıda yaşam hakkında hem ben, hem Meliz elimizden geldiğince bilgilendirmeye çalıştık.  Sonunda bu konuşmadan kendisi için ne dersler çıkardı, bilmiyorum.  Çok şirin bir kızdı, umarım gelecek onun için hayırlı olur.
  
Bunları konuşurken, bir yandan da yemek yemeyi ihmal etmiyordum tabii.

Bu lokantanın özelliği, "noodle" yani şehriye imiş.  Bu yüzden, her birimize kocaman birer kase şehriye geldi zaten.  Onların dışında, masadan ilgimi çeken tabakları, aşağıda yanyana kopyaladım fotoğraftan kesip.



Soldaki, bal peteği gibi sıralanmış şeyler, bu lokantaya  has bir tarif olup, başka yerde olmayan bir "noodle" çeşidi imiş. İki kase de değişik sos ile birlikte geliyor. O petek şehriyeleri, tek tek çubuklarla alıp, kasedeki sosa batırdıktan sonra yiyorsun.  Benim hoşuma gitmedi.  Penne makarnalarını haşladıktan sonra bir kaseye dizersen, üzerine sos dökmeden tadı nasıl olur, öyle gibi geldi.  Kasedeki sosuna batirinca, hatta bulayinca biraz yenilir hale geldi ama yine de ben çok sevmedim.  Üstelik biraz soğuyunca, birbirlerine de yapışıyorlar, ayırması zorlaşıyor, tadları da gidiyor.  Beğenmediğin şeyin resmini niye koydun derseniz, başka bir yerde raslamadığım, ilginç bir noodle türü idi, o yüzden.  Resimde ortadaki tabak, tam bizim bazlama türünden bir şeydi.  Hatta aynısınin tıpkısı diyebilirim.  O yüzden de hoşuma gitti.  En sağdaki tabak, turpgillerden bir kök.  Biraz tatlı, biraz mayhoş, harika idi.  Lobok, turp, lotus, tatlı patates, ve daha böyle kök sebzelerden harikalar yaratıyorlar burda. Bir çok başka lokantada da başka örneklerini gördüm.  Brisbane'da da güzel Çin lokantaları var ama bu türden detay lezzetleri orada bulamıyoruz.  Avustralya müşterisinin hoşuna gitmediği içindir belki de.  Genel olarak "peteksi dizilmis penne şehriye" (soldaki tabak) hariç, yemeklerin hepsi benim hoşuma gitti bu lokantada.

Seve seve yememize rağmen, masadakilerin hepsini bitiremedik.  Buradaki adete göre gayet doğal olduğunu bildiğim için, "artan yemekler ziyan olmasın, götür eve" dedim kiza.  Luoyang'daki lokantaların çoğunda, plastik kap yerine naylon torba veriyorlardı.  Torbaların icine kaşıkla dolduruyorlardı yine insanlar ama hem doldurması zor, hem de görünüşü kötü oluyordu. Burada garson plastik kaplar getirdi, misafirimiz kız da özenle doldurdu içlerine evine götürmek için. Bazlamayı biz aldık, ertesi Çin seddini gezerken yerim diye.  Onu da yiyecek fırsat olmadı, atmak zorunda kaldık sonunda.

Garsondan hesabı istedim, havada kalemle bir şeyler yazarmış gibi yaparak hesap isteme işareti dünyanın her yerinde geçerli.  Burda da garsonlar hemen ne istediğimi anladılar.  Kıza sordum, bahşiş birakmak adet midir diye.  "Kesinlikle hayır" dedi.  Çin'de hiç bir yerde bahşiş bırakılmazmış.

  "Yarın rehbere de bahşiş vermeyin" dedi.  Yemek başında bu tur bahsini tartışmıştık.  "Çin seddine ille sizi ben götüreyim gezdireyim" dedi  ama biz istemedik.  "Profesyonel bir rehberle temas kurmuştuk daha Luoyang'da iken, onu iptal etmek olmaz" dedik.

Yemekten sonra eve nasıl gideceksin diye sordum.  Otobüsle gidecekmiş.  Altıncı "Ring Road" civarında oturuyorlarmış.  Beijing kent merkezi, altı tane "ring road" ya da çember ile sarılmış.  Asagidaki harita ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci çemberleri  gösteriyor.  Birinci çenber, tam kent merkezini içeriyor ama, nokta gibi olacağı için onu harita göstermemiş. 


Aşağıdaki tabloda, bu çemberlerin şehir merkezine uzaklığını ve de yapıldıkları yılları dizeledim.  Beijing'in nasıl ve ne hızla geliştiği hakkında bir fikir versin diye.

Çember
Merkezden ortalama uzaklık
İnşaat senesi
2
3.2 km (32.7 km uzunluğunda imiş, ordan hesapladım)
1992
3
6 km (yukarıdaki haritadan göz kararı)
1985
4
8 km
2001
5
10 km
2003
6
20 km
2009

Birinci çember  1950 lere kadar kullanılan bir tramvay yolu imiş.  Ötekileri sonra yapmışlar, şehir "Çin mucizesi" ile birlikte büyümeye başladıktan sonra.  Üçüncü çemberin içinde bina yükseklik sınırlaması var.  Zaten o çember de ilk inşa edilmiş gibi gözüküyor.  Onun içindeki ikinci çember on sene sonra yapılmış.  Ben Beijing'e ilk geldiğimde, ki 90 li yıllardı, sanırım sadece  üç çember vardı.  Şimdi yedinci çember için planlar başlamış duyduğuma göre.


Neyse, bizim kızcağız, her sabah taa altıncı çemberden kent merkezine otobüsle gelip gidiyormuş. Aslında 20 kilometre uzaklık o kadar fazla değil ama trafik çok fazla olduğu için şehre gelmesi 2-2.5 saat sürüyormuş.  "Metroyu kullansan" dedim, metro (çemberleri dolaştığı için herhalde, orasını anlayamadım), daha uzun vakit alırmış.  Beijing'de trafik gerçekten korkunç.  Ona biz de birinci elden şahit olduk.  Hafta sonu olmasına rağmen yollar hep tıkanıktı.  Ertesi gün Çin seddinden dönerken, altıncı çemberden, şehrin merkezindeki otelimize dönmemiz üç saat aldı.  Rehberimizin söylediğine göre bu müstesna bir durum da değilmiş, hep öyleymiş. Onlar alışık.  Hayatın bir parçası olarak kabullenmişler.  Şehrin merkezinde çalışan insanların çoğu, altıncı çember hata onun da dışında oturuyorlar.  Çünkü sıradan vatandaşın ödeyebileceği kiralar, satın alabileceği katlar sadece oralarda (daha sonra Beijing emlak fiyatları ve kiralara değineceğim).  Her gün 4-5 saatleri yollarda geçiyor demek ki.

Onu evine gönderdikten sonra Meliz’le etrafı dolaştık.  Bulunduğumuz caddeye, “WanFujing” caddesi deniyor.  Bir kısmından araba geçmesi yasaklanıp sadece yayalara ve alışverişe ayrılmış.  Şehrin hemen hemen merkezinde bir cadde.  O akşam sadece Wangfujing çevresini gezdik.  İşte WangFujing caddesinde bir resmimiz.


Aşağıdaki resimde de, caddenin öbür ucuna doğru bakıyoruz. 



Caddenin uzakta ucuna kadar yürüyüp sağa dönünce, 400 metre sonra Tienanmen meydanına varıyorsunuz (hani o 1989 senesinde yüzlerce kişinin ölümü ile biten olayların sahnesi olan meydan).  Daha caddenin ucuna varmadan, sağa doğru bir sokak sapıyor.  İçi tamamen kebapçılar falan.  Özel bir sokak, kapısına da iki şirin heykel koymuşlar.  Aşağıda gördüğünüz gibi turistler ikisinin arasında fotoğraf çektirsin diye.


Sokağın içine hemen girince sağda, bir döner kebapçı var.  Xinjiang’eyaletinden gelme Uygurlar olabilir demişti bir arkadaş başka bir zaman buraya uğradığımız zaman.


Kebapçıların Uygur olup olmadığını bilmiyorum ama afişte “Türk kebabı” yazıyormuş.  Fiyatı da 15 yuen yani 6 lira.

Çinliler böyle cadede satılan kebap türü gibi şeyleri seviyorlar.  Beijing’e iki sene geldiğimden bu yana, bir cadde daha açılmış kebapçılara.


Bu yeni caddedeki kebap tezgahları portatif.  Akşam üstü kuruluyor, geceyarısı civarında sökülüp, ertesi sabah cadde eski haline dönüyor.  Arkasındaki binalar sıra sıra lokanta, normal lokanta yani.  Büyük bir ihtimalle, bu tezgahları kuranlar da o lokantalar.  Yoksa lokantacılar şikayet eder diye düşündük.  Ama burası Çin, öyle şikayet falan kimse dinlemeyebilir icabında.  Her ne ise.  Bu yeni kebapçılar caddesinden bir iki fotoğraf daha aşağıda:


Kebaplar güzeldi ama o kadar yemiştik ki biraz önce, canımız bile istemedi.  Biraz dükkanlardan alışveriş yapalım dedik.  Meliz de ben de seyahatte yanımıza fazla şey almayı sevmeyiz.  Bu yüzden dört ay kalmak üzere Çin’e gelirken bile, sanki bir haftalığına bir yere gidermişçesine iki bavulla geldik.

Cadde üzerinde Zara, Gap gibi tanıdığımız giyium kuşam dükkanları var.  Zara’ya girdik. Avustralya ya da Türkiye’de ki bir Zara dükkanından farksız.  Meliz kendisine bir şeyler aldı bir de bizim tercüman kıza Türk imalatı bir bluz aldık.  İkimizi de şaşırtan, reyonlarda asılı Türk malı triko bluzlar olmasıydı.  Beijing’de bir konfeksiyoncuda Türk mallarının rekabet edebilmesi sevindirdi bizi, bluzu Luoyang’daki bizim tercüman kıza hediye alalım dedik.  Fiyatları merak ederseniz, triko bluzlar, hanım gömlekleri falan 300-400 Yuen (100-150 lira) civaarında idi.


Alış veriş işinden sonra otelimize döndük.  Otelin ortasında atriyum türü bir yer vardı.  Orada bir çay kahve içtik.  Bu atriyum çok hoşumuza gitti.  Bir kaç kere orda keyif yapma fırsatımız oldu.  

Aşağıdaki resim mesela son gün hava alanına gitmeden önce bir çay daha içeyim derken çekildi.  Neyse, o gece de, atriyumda kahve içtikten sonra odamıza gittik yattık uyuduk.  Çin seddi ve Yasak Şehir gezilerimizi de daha sonra anlatacağım.