23 Kasım 2015 Pazartesi

İŞİD ile mücadele stratejileri

“Onion” web sitesini takip ediyor musunuz bilmiyorum.  Tavsiye ederim.

http://www.theonion.com/r/51877 sayfasından tercüme ettim aşağıdaki paragrafı.

Terorist İŞİD grubunun üstlendiği Paris ve  diğer katliamlar sonrasında,  bir çok ülke teröre karşı nasıl mücadele edeceğini belirlemeye çalışıyor.  İşte, İslam Devletine karşı dile getirilen önde gelen stratejiler: 
  • İnsan hayatına değer vermeyen bir düşman ile mücadeleye dahil tüm zorlukları ayrıntılı olarak inceleyen uzun bir makale yayınlayalım.
  • Şiddet ve ölüm değişmez gerçeklikler diyerek kendimizi korkmamış gösterelim.
  • Bir darbe örgütleyelim ve kendi dilediğimiz IŞİD liderini başa getirelim.
  • 1.7 trilyon dolar harcayalım.
  • İŞİD ile 50-50 anlaşalım ki, kafir ve döneklerden bir miktar kalsın geride.
  • İŞİD savaşçılarını denize çekelim? 
  • Suriye içindeki liberal ve ılımlı hiziplere uzanarak bu sayede radikalizmi kucaklamaya mütemayil  genç Arap erkeklerini kendi saflarımıza çekmeye çalışırken uzun soluklu sosyoekonomik mücadeleleri hedef alıp sivil kayıpları sınırlandırarak sadece İŞİD militanlarını hedef alan kapsamlı bir strateji oluşturup bunu tüm müttefikler ile koordine bir şekilde ve çok basit bir dille açıklayıp İslami dünyada teröre karşı tüm güçleri ortak anti-terörist hedefler etrafinda birleştirelim.
  • Başkalarının çocuklarını eğitip ellerine silah verelim ve İŞİD i vurmaya onları gönderelim.
(Bu blog metni http://www.theonion.com/graphic/strategies-defeat-isis-51877 sayfasından Türkçeye çevrilmiştir)

18 Kasım 2015 Çarşamba

PKK IRA’ya benzer mi?

Terörizm denince, Türkiye’de bir çok insan Türkiye’nin başında dünyadaki benzer kampanyaların hepsinden çok daha azgın bir terörizm belasının olduğuna inanır.  Bu yüzden, diğer devletlerin terörle nasıl başa çıktığını araştırıp öğrenmek pek gündeme gelmez, çünkü onlara çare olan şeylerin zaten bize çare olması mümkün değildir.  Zira bizim başımızdaki terörizm, onlarınkine göre çok daha müthiştir.  Mesela, Fehmi Koru şöyle yazmıştı Habertürk gazetesinde:

“Ölüm, öldürme ve ölme sıradan bir iş bu coğrafyada......PKK’dan neredeyse 20 yıl önce silahlı mücadele yolunu seçmiş olmalarına rağmen, IRA ve ETA, 60 yılı aşan terör faaliyetlerinde, ilki 2000’in, diğeri de 900’un altında can kaybı verdirdi.  PKK ise onlardan çok daha kısa sürede 40 bin insanın ölümünden sorumlu.”(Çuvaldızı kendimize...17 Kasım 2015, Salı )

Şu sıralar IRA ve Kuzey Irlanda'daki olayların geçmişini okumaya çalışıyorum. Bu merakın nedenini asagida yazacagim.  Kuzey Irlanda’da “Troubles” denilen olaylar 1960’larda başladı ve 1998’de Good Friday anlaşması ile son buldu.  Arada geçen 30-40 sene zarfında (Fehmi Koru'nun yazdığı gibi 60 sene değil), 3600 i aşan insan öldüğü söyleniyor (David McKittrick and David McVea, MAKİNG SENSE OF THE TROUBLES,  2002). Kuzey İrlanda nüfusunun 2011 sayımına göre sadece 1.8 milyon olduğunu hesaba alırsak, bu 500 de bir demek.  Fehmi Koru’nun yukarıda verdiği 40 bin rakamını olduğu gibi kabul etsek bile, Kuzey İrlanda’daki zarar nüfusa oranla Türkiye’dekinin nerdeyse dört misli. Amacım Fehmi Koru'yu eleştirmek değil.  Kendisi Türkiye'de yazılarını ilgi ile okuduğum bir kaç yazardan birisi.   Onun yazısının ana fikri bu olmadığı için, herhalde hafızasına güvenip bir rakam girmiştir esas tezine destek olsun diye düşünüyorum.  Önemli değil.   Fehmi Koru tek de değil zaten.  Buna benzer şeyleri başkalarından da okudum ya da konuşurken duydum.

Aslında, başka milletlerin pratiğinden bizim öğreneceğimiz çok şey var ama maalesef pek ilgilenmiyoruz.  Mesela, hala hatırladığımda ilgisizliğimize şaşırırım, bundan yaklaşık kırk sene önce idi.  Yani Kuzey İrlanda’daki olayların en civcivli zamanları.  Ben Ankara’da okurken iki İngiliz Troçkist ile tanışmak fırsat oldu.  Biz de o zaman devrimci geçiniyoruz ya, bana sordular “siz ODTÜ lü devrimcilerin Kuzey İrlanda hakkındaki görüşleri ne” diye.  Arkadaşlarla bakıştık birbirimize, ne cevap versek diye.  Kuzey İrlanda’da bir şeyler olduğundan hayal meyal haberimiz vardı ama, o kadar işte.  Bir arkadaş, “bu olanlar hep emperyalistlerin oyunu, aslında bütün halklar kardeştir” falan gibi bir takım laflar etti.  İngilizler anladılar ki biz bu konuya Fransızız.  Daha fazla sormadılar.   O mahcubiyetten beri, en azından haberlerden izlemeye çalıştım Kuzey İrlanda’da olan bitenleri.

Bu nereden aklıma geldi şimdi?  7 Haziran seçimlerinden sonra, Kandil ile Türkiye arasında sıkışıp hareket alanı daralmış bir HDP ortaya çıkınca, 1998 Good Friday anlaşması öncesi IRA içindeki silahlı mücadeleyi savunan eski tüfeklere karşı demokratik mücadelenin daha kazançlı olacağını savunan IRA gençleri (mesela Gerry Adams) geldi aklıma.  Kuzey İrlanda hakkında bir kitap aldım.  Şu anda okuyorum.  Okuduktan sonra burada aktarmaya çalışacağım Türkiye ile belki kurulabilecek paralelleri.

Fotograf: The Troubles gallery - 40 years of conflict in Northern Ireland from the Belfast Telegraph archives (http://www.belfasttelegraph.co.uk/archive/events/the-troubles-gallery-40-years-of-conflict-in-northern-ireland-from-the-belfast-telegraph-archives-29947576.html)

27 Ekim 2015 Salı

Basra Körfezi ve çevresi bu yüzyılın sonuna kadar yaşanmaz hale gelebilir

Nature Climate Change dergisi iki gün önce çok ürkütücü bir makale yayınladı (Pal ve Eltahir, 2015).  Makaleye göre, bu yüzyılın sonuna kadar Suudi Arabistan, BAE, ve Güney Iran'da bir çok şehir yaşanmaz hale gelecekmiş.  Buraları bugün bile çok nemli ve çok sıcak yerler.  Mesela, Dhahran, Dubai, Abu Dabi,  ve Bandar Abbas şehirlerinde şu anda bile günlük maximum yaş termometre sıcaklığı (TWmax ya da wet bulb temperature) senenin bir çok gününde 30 derecenin üzerine çıkıyormuş.  Aşağıdaki şekilde bu açık net olarak görülüyor.

İnsan vücudunun dayanabileceği en yüksek yaş termometre sıcaklığı 35 derece imiş.  Yaş termometre sıcaklığı bildiğimiz normal hava sıcaklığından biraz farklı bir şey.  Termometreyi ıslak pamuğa sararsak elde edeceğimiz sıcaklığa yaş termometre sıcaklığı deniyor.  Yani buharlaşma yolu ile ısı kaybını da içeriyor.  Kuru sıcak havalarda yere su serpelerseniz nasıl hava biraz serinler.  İşte o serinleme yaş termometre sıcaklığı ile kuru termometre (yani normal hava) sıcaklığı arasındaki farktan geliyor.  Kuru iklimlerde, bu fark 15-20 derece olabiliyor.  Mesela, Avustralya'nın içlerinde bir çok yerde yaz aylarında hava sıcaklıkları 40-45 dereceyi buluyor ama yaş termometre sıcaklığı 20 yi nadiren geçiyor.  Çünkü buraları çok kuru yerler ve hava sıcak da olsa buharlaşma yolu ile serinlemek mümkün oluyor.  Ankara'nın mesela yazları çok sıcak olur ama insanı boğmaz, çünkü biraz terleyince farketmeden vücut serinler.  Çünkü, Ankara'da yaş termometre sıcaklığı 20 dereceyi aşmıyor (tüm Türkiye illerinde yaş termometre sıcaklıkları için tıklayın: http://www.yolyapi.com.tr/en/Design/RegionalWetBulbTemperatureValues).

Dayanılabilirlik sınırının 35 derece olması da anlaşılır bir şey.  Yaş termometre sıcaklığı 35 derece olunca, buharlaşma yolu ile serinlemek icin suyun sıcaklığının 35 derecenin üzerinde olması gerekiyor.  Vücut sıcaklığı bildiğiniz gibi 36.5 derece.  Deriden havaya ısı transferi için her zaman küçük bir delta T (sıcaklık farkı) olması gerektiğine göre, yaş termometre sıcaklığı 35 dereceyi bulduğunda artık terleyerek serinlemek imkansız hale geliyor.  Vücut da kendi ısısı içinde pişiyor.  Yaş termometre 35 dereceyi bulduktan sonra orada yaşamak imkansız yani.

Pal ve Eltahir'in Nature Climate Change dergisinde iki gün önce yayınlanan bu makalesine göre, Basra körfezi civarında bir çok yerde yaş termometre sıcaklıkları 35 dereceyi bulacak.  Nereden biliyorlar derseniz, bilgisayar modellemesi tabii.  O bölgede yaptıkları bir "Bölgesel İklim Modellemesi" sonucu.  25-kilometre imiş modeldeki hücre büyüklüğü (grid size).  Sonuçları şöyle:


Kırmızı ve yeşil çizgiler şu anlama geliyor.  Kırmızı sıcaklıklar, eğer iklim değişikliği üzerine dünya önlem almazsa, bugünkü gibi elektriği fosil yakıtlardan üretmeye devam ettiğimiz takdirde oluşacak şartlara tekabül ediyor.  Yeşil sıcaklıklarda , bazı tedbirler alındığı zaman olacak olanlar.  Bu kırmızı ve yeşil çizgiler IPCC nin RCP4.5 (yeşil) ve RCP8.5 (kırmızı) senaryolarındaki gelecek iklim şartlarına göre modellenmiş.  Bu senaryoların ne olduğunu merak ederseniz, IPCC raporlarına bakmanız gerekiyor.

Daha fazla söz söylemeye gerek yok.  Şekiller gerekeni söylüyor.  Dünya mevcut minval üzerinden devam ederse, iklim değişikliğine karşı bir tedbir alınmazsa, Suudi Arabistan'nın güneyi ve Birleşik Arap Emirlikleri yaşanmaz hale gelecek.  Hac mevsiminin yaza geldiği senelerde, hac yapmak imkansızlaşacak.

İklim değişikliğine karşı, gerek Turkiye'de gerek Avustralya'da hala durumu kabullenmek istemeyen insan çok. Şu anda bir sürü bela başımızda iken buna kafa yoracak vaktimiz yok diyenlerden başlayarak bütün bunlar komunist uydurması (ya da siyasi egiliminize gore Amerikan uydurması , kapitalist sistemin dünyaya dayatması) diyenlere kadar geniş bir spektrumda insanlar kafalarını kuma gömmeye tercih ediyor.

Bu belanın yanında aslında İŞİD falan halt etmiş çünkü geldiği zaman hepimizi yakacak. Umarım hepsi komünist-kapitalist-Amerikan-çevreci uydurmasıdır ve hiç bir şey olmaz.  Aksi halde, biz değilsek bile çocuklarımız ve torunlarımız çekecek ceremesini bizim bugünkü umursamazlığımızın.

Reference:
Pal, J S,  & Eltahir, E A B (2015), Future temperature in southwest Asia projected to exceed a threhold for human adaptability, Nature Climate Change. doi:10.1038/nclimate2833


4 Ekim 2015 Pazar

Secim Tahminleri

Seçim sonuçları hakkında en iyi tahminler bahis sitelerinde oluyor.   1 Kasım Turkiye seçimleri hakkında, https://sports18.betin.com/en/others/politics sitesindeki oranları ve bu oranların zaman içinde değişimini kaydedeceğim bu sayfada.  Doğrusu merak ediyorum acaba seçim öncesi bir kaç hafta içinde önemli değişiklikler olacak mı diye.

Not (29 Ekim):
Tabloyu çeşitli günlerde güncelledim ama gördüğünüz gibi rakamlar pek değişmedi.  Benim bundan anladığım şu: pek fazla bahse giren yok.  Başlarda para koyan bir kaç kişi vardı ve o zamanki oranlar sabit kaldı.

Niçin kimse bahse girmiyor?  İki cevabı olabilir.  Birinci cevap, Türkiye insanı kumar oynamasını sevmiyor, yabancılar da Türkiye seçimleri ile ilgilenmiyor.  Olabilir.  İkinci muhtemel cevap ise, 1 Kasim seçim sonuçlarını tahmin etmenin  pek zor olduğu ve  bu yüzden kimsenin para yatırmak istemediği.  Bu da olabilir tabii.  Benim tahminim de bu aslında.  Geçenlerde Mediascope'da Ruşen Çakır ile Bekir Ağırdır arasında bir söyleşi izledim.  orada Bekir Ağırdır bana dogru gelen bir tesbitte bulundu.  "7 Haziran seçimleri," dedi "başkanlık sistemi üzerine bir referandum idi ve başkanlık tezi o seçimlerde kaybetti.  1 kasım seçimleri ise tek başına bir AKP hükümeti ihtimali üzerine bir referandum."  Belki de o yüzden tahmin zor.  Secmen AKP den eskisi kadar hoşnut değil ama alternatifler konusunda da emin değil.  Bahsi müşterek oranlarına göre en az para veren AKP nin 43% ya da daha fazla oran alması.  Yani yatırılan paraya göre en muhtemel olasılık o.  Ama 40.6-42.9% aralığı da ondan çok farklı değil.  Sadece 3.  Ve hatta 38-30.5% aralığı da 3.25.  Yani 38% ile 45% arasında herhangi bir sonuç olabilir AKP için.  38% altı 1 e 8 veriyor.  Herhalde kimse o sonucu olası görmüyor.  Bir kaç gün kaldı.  Göreceğiz.


Tarih AKP
<38
AKP
38.0-40.5
AKP
40.6-42.9
AKP
>43
CHP
<24
CHP
24.0-26.5
CHP
26.6-28.9
CHP
>29
HDP
<12
HDP
12.0-12.9
HDP
13.0-13.9
HDP
>14
MHP
15.0-16.5
MHP
16.6-17.9
5/10 3.50 2.25 2.60 5.50 9.00 2.75 2.10 3.25 8.75 4.50 1.80 2.50 2.25 2.20
6/105.50 4.00 2.25 2.60 9.00 2.50 2.20 3.50 3.40 3.25 2.50 4.00 2.40 2.60
8/105.50 4.50 2.25 2.40 9.00 2.50 2.20 3.50 3.00 3.25 2.75 4.50 2.40 2.75
9/105.50 4.50 2.25 2.40 9.00 2.50 2.20 3.50 3.00 3.25 2.75 4.50 2.40 2.75
11/108.00 6.00 2.50 1.73 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50 2.40 2.75
13/108.00 6.00 2.50 1.73 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50 2.40 2.75
15/108.00 6.00 2.50 1.73 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50 2.40 2.75
20/108.00 3.25 3.00 2.00 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50 2.40 2.75
26/108.00 3.25 3.00 2.00 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50  -  -
27/108.00 3.25 3.00 2.00 9.00 2.50 2.20 3.50 2.20 3.00 3.50 5.50  2.40 2.75
Sonuclar

*

*


*



<15


NOTE: 26 Ekim'de baktığımda, betin sitesinde MHP için hiç bir rakam yoktu.  Ne demek bilmiyorum.

7 Haziran Seçim Sonuçları şöyleydi:
AKP = 40.87%
CHP = 24.95%
MHP = 16.29%
HDP = 13.12%
(http://secimsonuclari2015.mynet.com/)

1 Kasım seçimlerinin resmi olmayan sonuçları da şöyle çıktı:
AKP = 49.4%
CHP = 25.4%
MHP = 11.9%
HDP = 10.7%

Bu https://sports18.betin.com/en/others/politics  bahsi müşterek sitesi, Türkiye'deki bir çok anketten daha iyi tahmin etmiş oldu sonuçları.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Başbakan Düşürüldü

Avustralya'da başbakan Pazartesi gecesi değişti.  Turkiye'den bu haberi okuyanlar "so what" demeyin.  Bu olay aslında Avustralya seçim sisteminin ve bu seçim sisteminin sonucu olarak ortaya çıkan siyasi kültürün iyi bir örneği.  O nedenle bir kaç satır yazmaya karar verdim.

Avustralya'da son secim 2013 senesinde yapıldı.  Bu seçimden sonra parlamentodaki sandalye dağılımı şöyle idi:

PARLAMENTO
İktidar (Liberal parti önderliğinde bir koalisyon) : 90 sandalye
Ana muhalefet (İşçi Partisi) : 55 sandalye
Diğer : 5 sandalye
TOPLAM : 150

SENATO
İktidar : 33
İşçi Partisi : 26
Yeşiller : 9
Diğer : 8

Koalisyon aslında tek parti gibi.  Aralarında nüans farkları olan Liberal ve National partilerin koalisyonu.  Her seçime ittifak halinde giren ve devamlı birleşmeyi düşünüp bir türlü birleşemeyen iki parti.  Yukardaki rakamlara göre, iktidar partisi mecliste ezici bir koalisyona sahip.  Buna rağmen Liberal parti milletvekilleri Pazartesi günü toplanıp Liderlerini değiştime kararı aldılar.  Tony Abbot parti liderliğini kaybedince, başbakanlıktan da istifa etmek zorunda kaldı tabii ve parti grubundaki rakibi Malcolm Turnbull başbakan oldu.  Aşağıdaki resimde, eski başbakan Tony Abbott(solda) ve yeni başbakan Malcolm Turnbull'u, Pazartesi akşamı parti toplantısına giderken.

Liberal parti milletvekilleri niçin değiştirdiler liderlerini?  Başbakanın kabineyi ve parti grubunu çok otoriterce yönetmeye başladığı, başkalarının tavsiyelerine kulaklarını tıkadığı için diye açıklıyorlar.  Bütün bunlarla birlikte, partinin oy oranı da düşmeye başladı.  O yüzden bir dahaki seçimlerde koltuklarımızı kaybederiz telaşına düştü milletvekilleri.  Seçimlerde daha iyi bir performans göstereceğine inandıkları Turnbull'u seçtiler.  Oylamayı kaybeden parti lideri, Tony Abbot'u, başbakanlıktan istifa ettiğini açıklarken görüyorsunuz aşağıda.

Türkiye böyle bir şey olmaz tabii.  Bırak iktidarda iken düşürülmeyi, bir çok parti lideri nice nice seçimleri kaybettikten sonra bile partilerinin başında kalmayı beceriyorlar.  Bunun nedeni iki şekilde açıklanabilir:
* subjektif farklılıklar, yani siyasi kültür farkı
* sistem farklılığı 

Bence neden ikincisi.  Eğer Turkiye'deki parti ve seçim sistemi Avustralya'da olsa idi, Avustralya siyasetçileri de Türk siyasetçileri gibi davranırlar, koltuklarından ayrılmazlardı.  EN azından ben öyle sanıyorum.  Niye öyle davranabilirlerdi, çünkü Türk sistemi burda olsa, Tony Abbot partinin mutlak hakimi olurdu, bir dahaki secimde milletvekili aday listesi üzerinde belirleyici olurdu, milletvekillerinin kendi siyasi kimlikkleri her zaman parti siyasi kimliğinin çok arkasında olduğu için hiç bir millet vekili ona karşı çıkmaya cesaret edemezdi.  O da ölene kadar Parti başkanlığını devam ettirirdi.  Ettirirdi diyorum çünkü her siyasetçi gibi o da muhteris bir karaktere sahip.  Kovulmazsa gitmez yani.

Peki niçin Avustralya'daki meclis grubu birleşip liderlerini değiştirebiliyor da Turkiye'de bu olmuyor.  Siyasi partiler kanunu, tüzükler falan farklı tabii ama bence esas neden mevcut seçim sistemi.  Avustralya'daki seçim sistemi dar bölge sistemi.  Her bölgeden tek milletvekili seçiliyor, en fazla oy alan meclise giriyor.  Mesela Petrie bölgesini ele alalım.  Geçen seçimlerdeki oylar şöyle verildi:

Luke Howarth (Liberal Parti) : 40.65%
Yvette D'ath (İşçi Partisi) : 39.52%
Diğer partiler (8 parti) : 14.63%
Geçersiz oy: 5.20%

En önde gelen iki adayın hiç biri 50% yi geçememiş yani.  O zaman diğer partilere oy verenlerin ikinci tercih olarak kimi gösterdiklerine bakılıyor.  Mesela, birisi yeşillerin adayına vermiş diyelim.  Yeşiller ancak 4.52% oy almış. O zamanlar Yeşillere oy verenlerin ikinci tercihleri kimse, o oylar o ikinci tercihe verilmiş gibi sayılıyor.  Petrie'de tercihler sayılınsa, en öndeki iki adayın oyları şöyle olmuş:
Luke Howarth (Liberal Parti) : 50.53%
Yvette D'ath (İşçi Partisi) : 49.47%

Bu sonuçlara göre de, Liberal Partinin adayı kazanmış oluyor.

Böyle bir seçimin sonucunda, Luke Howarth'in mecliste bir ağırlığı oluyor.  Bülent Arinc'in siyasi lügatımıza kazandırdığı deyimle bir "özgül ağırlığı" oluyor.  Ama, Luke Howarth'in özgül ağırlığı harbiden ağırlık.  Siyasi parti tüzüğüne göre, bir dahaki seçimlerde parti ideri aslında onun adaylığını engelleyebilir.  Ama bunu yapmaz, yapamaz.  Çünkü yaparsa, Luke Howarth seçime bu sefer bağımsız aday olarak girebilir. kazanamasa bile, oylar böler, İşçi Partisi kazanır.  Liberal Partisi başkanı bunu bildiği için de, milletvekilleri üzerinde bir hakimiyet kuramaz.  Bu "dar bölge" sisteminin seçilen mebuslara getirdiği bir ayrıcalık.

Turkiye'de darbölge seçimi, "Başkanlık" sistemi ile gündeme geldi ve sanki aynı şeymiş  gibi lanse edildi.  Aslında ikisi farklı şeyler.  Avustralya'da başkanlık sistemi yok.  Hatta Turkiye'den daha ileri bir parlamenter sistem olarak, senatosu bile var.  Hatırlarsınız, Turkiye'de bir zamanlar senato vardı.  Avustralya'da son siyasi gelişmelerin bana Türk siyasi sistemi üzerine düşündürdüklerini yazdım. 

Bir son fotoğrafla bitirelim.  Yeni başbakan Malcolm Turnbull oylama öncesi  telefonda kulis yaparken:


11 Temmuz 2015 Cumartesi

Allah Uygurları Türkiye'deki sözde dostlarından korusun

Luoyang'dan döneli bir ay olacak neredeyse. Annemin cenazesine gittik Ankara'ya.  Üç haftadır da Brisbane'dayız.  Bu yüzden artık başlık Çin Notları değil.  Ama yine Çin hakkında yazacağım.

Çin ve Uygur Türkleri hakkında yazacağım.  Allah beni dostlarımdan korusun, düşmanlarımın hakkından ben gelirim denir.  Allah Uygurları da Türkiye'deki sözde dostlarından korusun.  Yalan yanlış infiale varan haberlerle Çin'deki Uygur halkına yardan çok zararları oluyor.  Nereden çıktı o da meçhul.  Son haftalarda Turkiye'de bazi insanlar birden bire Uygrlara uygulanan mezalim dolayisi ile Çin ile ilgili herşeye düşman olmaya karar verdiler.  Bu düşmanlık gülünç noktalara vardı.  Mesela, Çinli diye, bir Çin lokantasında çalışan bir Uygur Türk'ünü dövmüşler gazetelerde yazdığına göre.  Devlet Bahçeli'nin bilahare bir mülakatta söylediği gibi, Uygurlar da çekik gözlü, Cinliler de çekik gözlü.  Çocukların o kadar hata yapmasını mazur görmek lazım.  Gerçekten böyle söylemiş, ertesi gün gazeteden okudum.  Yine çekik gözlü diye Koreli turist kızları da döveceklermiş ama polis kurtarmış.  Onu da televizyonda izledim.  Kızlar polis olduğu için pek korkmamışlar, gülüyorlardı.  Biz Çin'li değil Koreliyiz diyorlardı TV kameralarına.  Onlar da çekik gözlü.  Mazeret o.

Bu vesile ile Twitter'de kim ne söylemiş diye gezinirken, Mehmet Söylemez'in twitlerine rasgeldim.  Mehmet Bey 2006'dan beri Cin'de Şanghay'da yaşıyormuş.  Şu anda Honkong'da siyaset ve uluslararası bilimler üzerine doktora yapıyor.  Uygurlar hakkında düşüncelerini  http://vivahiba.com/article/show/uygurlar-ve-cin-zulmu/ adresinde okuyabilirsiniz.  Mehmet Bey  batıda Uygurların yoğun olduğu (ve Turkiye'de bazi gazetelerce Uygurlar üzerinde etnik ve dini büyük baskı olduğu iddia edilen)  Xinjiang eyaletine gitmiş mi gitmemiş mi bilmiyorum.  Herhalde gitmemiştir, gitmiş olsaydı yazardı diye düşünüyorum.  O yüzden onun yazdıkları da birinci elden değil ama okuyunca bana makul geldi.  Benim dört aylık Çin ziyaretimde gözlemlediklerimle örtüşüyor.

Çin halkı ve Çin devleti bence ırkçı değil.  En azından, ırkçılığın Avrupa'da ya da Türkiye'de anlaşıldığı şekilde ırkçı değil.  Diğer ırkları cebren kafalarına vura vura Çin'li yapmak gibi bir yaklaşım en azından Cin'in benim ziyaret ettiğim yerlerinde gördüğüm bir devlet politikası gibi değildi.  Gittiğimiz her yerde müslüman lokantaları vardı, müslüman mahalleleri vardı.  Mesela yukarıdaki resim Xian müslüman sokağının girişi.   Benim öğrencilerimden birisinin nişanlısı müslümandı ve bunu mesele yapmıyorlardı.  Onlardan öğrendiğime göre, müslüman (ya da herhangi bir azınlıktan) olmanın aslında bazen yararları varmış.  Mesela, "tek çocuk" politikası, müslümanlar ve etnik azınlıklar için geçerli değilmiş.  Han ırkından gelen Çinlilere yalnızca tek cocuk yapma izni varken müslüman ve etnik azınlıklar iki çocuk yapabiliyorlarmış.  İlaveten, üniversiteye girişte düşük nüfuslu eyaletlerden gelen öğrencilere bir miktar iltimas yapılıyor, öncelik tanınıyormuş .  Az nüfuslu eyaletler genellikle doğuda ve güneydeki etnik azınlıkların çok olduğu eyaletler olduğu için, bu politikanın tezahürü, müslüman etnik azınlıkların Han Çinlilerine göre daha düşük puanla üniversiteye girebilmeleri sonucunu doğuruyor.

Bu toleranslı yaklaşım bence tarihten geliyor.  Beş bin sene boyunca, Çinliler, ülkelerini işgal eden bütün yabancı güçleri zaman içinde asimile etmişler, kendilerine benzetmişler.  Bu deneyimlerine dayanarak, şimdiki azınlıkların da zaman içinde Çin kültürünü özümseyeceğine inanıyorlar bana göre.  O yüzden etnik baskı ya da saldırgan bir asimilasyon politikası gereğini duymuyorlar.  Bazı okuyanlar, bunu sinsi bir asimilasyon politikası olarak yorumlayabilir.  Biraz haklı da olabilir belki böyle bir yorum.  Ama Çinliler böyle düşünüyor, sinsi asimilasyoncular diye düşman olmak anlamsız.  Zaten Türkiye'de Çinli yakalayıp dövmeye çalışanlar ve de onları teşvik edenler de, Çin'in bundan çok daha fazlasını yaptığını iddia ediyorlar.  Onlara göre Xinjiang (Sincan) eyaletinde ve özel olarak eyaletin başkenti Urumçi'de bütün halk baskı altında imiş: Ramazan'da oruç tutanlar cezalandırılıyor,  insanlar işkence görüyor, öldürülüyormuş.  Bu iddiaların doğru olduğunu sanmıyorum.  Doğru olsa idi eminim böyle baskılar tek bir eyalette kalmazdı Çin'in diğer şehirlerinde de müslüman azınlıklar üzerinde bir baskı olarak kendini gösterirdi.  Aynı ölçüde olmasa bile, insan bunu hissederdi, Han Çinlilerin müslümanlar hakkındaki düşüncelerinden sezerdi.  Ben yukarıda da dediğim gibi Urumci'ye gitmedim ama diğer yerlerde Türk düşmanı müslümanlik düşmanı bir tavır görmedim, öyle bir tavrı köşesinden bucağından çağrıştıracak  ufak bir örneğini bile hissetmedim.  İŞİD ve şair terör olayları dolayısı ile Avustralya'da müslümanlara karşı halkın duyduğu endişeler Cin'de gördüklerimizden daha fazla.    Nisan ayında gezdiğimiz peony (şakayık) parkında mesela başları örtülü bir tur grubu vardı.  Büyük bir ihtimalle, Luoyang dışında, müslümanların çoğunlukta olduğu bir eyaletten gezmeye gelmişlerdi.  Kimsenin  onlara karşı bir tavrına şahit olmadım.  Parkı beraber gezdiğimiz Çinli arkadaşlar onları farketmediler bile.  Aşağıdaki resimdeki gibi, bir konvoy halinde geziyorlardı.



Yukarıda yazdıklarımdan, Çin hükümetinin Uygur Türklerine çok iyi davrandığına inandığım sonucu çıkmasın.  Baskı kuşkusuz var.  Ancak bunun ne kadarı özel olarak Uygur Türklerini hedef alan bir baskı, ne kadarı komünist partinin genel baskı politikasının ve dış düşman korkusunun  bir tezahürü, ayırt etmek zor.

1. Komünist geçmişin kalıntısı olarak, Çin'de hiç kimsenin resmi dini belli değil.  Nüfus kağıtlarında "din" diye bir bilgi yok.  O yüzden hangi din ne kadar yaygın bilinmiyor.

2. Tarih boyunca, Çin iktidarları,  batıda mümbit arazilerde çoğalan nüfusu zaman zaman batıya göndererek hem oradaki Han Çinli sayısını ve Çin kültürünün etkisini arttıran, hem de doğudaki fazla nüfus sonuçlarını azaltan siyasetler uygulamışlar.  Mesela benim orada tanıdığım hocalardan birinin doğum yeri,Mogolistan'ın Çin sınırları içindeki Baytu şehri idi.  Ama hoca Moğol değil.  Dedeleri Shandong eyaletinden.  Mao zamanında, hükümet, kendi idaresi altındaki  Mogolistan'ın Rus nüfuzu altında gördükleri Moğolistan Cumhuriyeti'nin etkilenmesi altında kalmaması için, ordaki Han ırkından gelen Çinli sayısını arttırmak istemiş, Shandong'dan toplayip göndermişler.  Aynı şeyi Tibet'e de yapmaya çalışıyorlar ama Tibet çok yüksek rakımda olduğu  oksijen az olduğu için, pek makbul bir yer olarak görülmüyor Han Çinlilerince.  Eminim Urumçi ve Xinjiang (Sincan) eyaletine de aynı iskan politikalarını uyguluyorlardır.

3. Çok yakın tarihteki Falun Gong örneğinde gördüğümüz gibi, Komünist Parti kendi egemenliğine karşı tehdit olarak gördüğü her hareketi devletin tam gücünü kullanarak baştuırmaktan çekinmemiş.  Falun Gong hakkında https://en.wikipedia.org/wiki/Persecution_of_Falun_Gong ınternet sitesine bakabilir misiniz mesela.

Daha fazla uzatmadan burada bitireyim.  Xinjiang (Sincan) eyaletine gidip görmeden, bazı Türk gazetelerinde ve Twitterdeki (mesela #DoğuTürkistanKanAglıyor) mezalim iddialarının gerçeklik payını anlamam mümkün değil ama oralarda gösterilmek istendiği gibi Çin'de bir Türk düşmanı müslüman düşmanı bir politika yok.  Serinkanlı olmakta yarar var.

9 Haziran 2015 Salı

ÇİN NOTLARI #15 - Shandong eyaleti ve Konfuçyüs

Geçen haftasonu Turkiye'de genel seçimler vardı.  Pazar gecesi sabaha kadar iPad başındaydım.  Digitürk Yurtdışı uygulamasında o kanaldan bu kanala izledim.  Sonuc hayırlı olsun.  Bir arkadaş seçim sonuçlarının tasvirini şöyle yapmıştı gönderdiği bir e-mailde.  Çok beğendim, burda aktarıyorum:

  • AKP : "Ben zaten inecektim" demis eşşekten düşen Nasrettin Hoca misali
  • CHP : Kemal kahveye girer narayı basar," benim adım Kemal var mı yan bakan" Selocan' la Devlet' lü ayağa kalkar "VAR" Kemal tekrar kahveye döner '' Var mı abilerimle bize yan bakan"
  • MHP :  Ben bir sey yapmamıştım ama bu halk beni niye öptü
  • HDP   : Ben şimdi kandil'e nasıl üfleyecem
  • VATAN : Çalıya takılan yünleri toplarsam , kesin iktidarım. Bak oyumuzu % 45 artırıp 165.000 yaptık.
  • BEŞTEPE Bu helvayı ( B..-)ben yaptım ama ben de beğenmedim
Çin ziyaretimizin son demlerindeyiz.  Şirketteki proje sonuçlandı.  Proje raporunu hemen hemen tamamladım.  Yarın akşama kadar biter ondan sonra da ingilizceye çevrilmesi kalır.  Burada benimle çalışan takımdaki dört mühendisi bu Cuma yemeğe götürelim dedik Meliz'le.  Lokantayı ayarladık.  Bu arada bavulları hazırlamaya başladık. Burada almak zorunda olduğumuz bir çok şey var.  Onları Avustralya'ya götürmenin gereği de yok, imkanı da yok.  Onları kimlere bırakacağız nasil bırakacağız konusu ile Meliz ilgilenmekte.  Gelecek Çarşamba üniversitede son seminerimini vereceğim.  Bu sabah üniversiteden birisi aradı.  Öyle konuşuyorduk, laf arasında, dedim artık sonuna geldik, bir dahaki Cuma dönüyoruz.  O beni burada cadde üstü mangal yapılan bir yere götürmeye söz vermişti.  Dedim, "eğer sözün hala sözse, pek fazla vakit kalmadı."

Her ne ise.  Ben geçen haftadan söz edeyim.  Geçen hafta, Shandong Universitesi'nin daveti ile Jinan'da idik.  Tipik üniversite ziyareti, iki gün oturduk birbirimize üniversitelerimizde ne kadar güzel şeyler yapılmakta olduğunu ballandıra ballandıra anlattık.  Meliz Jinan'ı dolaştı bu arada ama ona da bir seminer verdirdik, Avustralya'daki hayat üzerine.  Aynısını zaten Luoyang'da da vermişti.
Shandong eyaleti tam Sarı Nehir'in (Yellow River) denize döküldüğü alanda kurulmuş. Sarı Nehir Luoyang'dan da geçiyor ama o nehrin Çin için önemini Shandong'a gidince anladım.   Henan da Sarı Nehiri'in geçtiği bir yer aslında ve nehirin düze inmeye başladı batı Henan toprakları da çok mümbit. (bizim Luoyang tarafları biraz yüksekte ve dağlık).Shandong'da nehirin getirdikleri sayesinde toprak tamamen alüvyon.  Son derece mümbit bir arazi.  Bu yüzden, arazisi o kadar büyük olmamasına rağmen, Shandong Çin'in ikinci en kalabalık eyaleti imiş.  Birincisi de Henan, benim kaldığım Luoyang şehirinin olduğu eyalet.  Yine Sarı Nehir sayesinde.  Shandong'da arazinin ne kadar mümbit olduğu zaten giderken tren penceresinden bakarken gözüküyordu.  Luoyang civari biraz yüksek ve kuru, daha çok Anadolu'ya benziyor.  Shandong'da ise pencereden bakınca yemyeşil ve dümdüz  göz alabildiğince uzanan topraklar ve üzerinde kare kare tarım arazileri görüyor insan.  Hemen her şey yetişirmiş o topraklarda. Öyle dediler.

Sarı Nehir diyorlar çünkü gerçekten sapsarı bir rengi var.  İçerilerden tozu toprağı getiriyor denize doğru yolculugunda.  Henan'dan sonra toprak iyice düzleştiği icin nehirin denize doğru eğimi  0.012% ye iniyor.  Bu eğimde daha içerilerden toplanan tozu toprağı taşımaya yetmediği için tozun çoğu çökeliyor. Toz dibe çöktükçe nehir yatağı yükseliyor tabii.  İki bin senedir Çinliler nehirin etrafına set çekiyorlar taşıp yayılmasın diye, nehir de iki bin senedir her sene yavaş yavaş yükseliyor.  Bu setler zaman zaman çöktüğünde de yüzbinlerce insan şu altında kalıp ölüyor.

İnanması zor ama wikipedia öyle yazıyor,  Bu setlerin bazen savaşta silah olarak kullanıldığı da oluyormuş.  İkinci Dünya savaşı öncesi Japonlar Cin'i işgal edip güneye doğru ilerledikleri sırada, Çan Kay Şek Japonların ilerlemesini durdurmak için setleri yıktırmış.  Çıkan sel Japonların ilerlemesini durdurmamış, sadece ilerleme yönlerini değiştirip Zhegzhou yerine Wuhan'ı almışlar, ama 1 milyon'a yakın Çin köylüsünü öldürmüş.  Acaba savaş sonrasındaki iç savaşı Komünistlerin kazanmasının bir nedeni de Çan Kay Şek'in bu hareketi olmuş mudur diye düşünmeden edemiyor insan.

İlk gece, bir doktora öğrencim ve onun nişanlısı ile yemek yedik beraber.  Çocuk halen doktorasını sürdürüyor.  Shandong universitesi'nden mezuniyet töreni için gelmiş.  Zaten benim ziyaretimi de o törenle cakisacak şekilde ayarlamıştık.

Lokal birisi ile lokantaya gitmek cok iyi oluyor.  Ne ismarladigimizi daha iyi biliyoruz.  Nişanlısı müslüman olduğu için onlar da beraber olduklarında domuz eti yemezlermiş.  Domuz eti yoktu sofrada ama onun dışında, çok güzel şeyler vardı.


Shandong mutfağı, Çin'in 4-5 mutfağından biri.  Soya sosunun icat edildiği yer Shandong imiş.  Bu yüzden, yemeklerde faha çok soya sosu ve tuzlu bir tad var.  Biber fazla kullanılmıyor.

Otele çok yakın bir tepenin üzerinde bir Budist tapınak varmış.  Öğrencim sabah erkenden kalkmaya beni ikna etti  Tepeye tırmanmdik.  Yol duzgundu, merdivenlerden çıktık aslinda ama yine de terledim 40 dakikalık tırmanıştan sonra.

Yürüyüşün başındaki yolun iki tarafına  Buda heykelleri sıralanmıştı.


Bu da sere serpe serpilip yatan Buda.  Buda'nın en çok sevdiğim pozu.


Tepeye çıktık sonunda.  Doktora öğrencim ile beraber Budist tapınağın kapısındayız.


 Tepeden Shandong şehri böyle gözüküyor.  Shandong'un yedi tane meşhur tepesi varmış, eski günlerde buradan bakınca yedisini de seçebilirmiş insan.  Bugün sadece üç tane sayabildim.  Jerry dördüncüyü de gördüğünü iddia etti ama ben seçemedim.


Ufukta Sarı Nehir (Yellow River) da gözükürmüş ama onu da seçemedim.  O gün hava nisbeten berraktı aslında.  Aşağı inerken, bir tane sincap gördük.  Zaten görmememize de imkan yoktu çünkü herkes durmuş onu seyrediyordu.  Çin topraklarında gördüğüm ilk ve tek vahşi (wild anlamında vahşetli değil) hayvan olaarak ben de remini çekeyim dedim.

Bu da yakından bir görünüş.

 Otele döner dönmez, çabucacık bir düş aldım, ondan sonra üniversitede toplantılar başladı.  Öğleden sonra da ikimizin seminerleri. Seminer verirken Meliz'in resmini yukariya kopyalamıştım.  Bir de kendi resmimi koyayim bari.

O gün öyle geçti.  Ertesi gün de sabahtan Üniversitede yine toplantılar.  Bu sefer başka bir grupla.  Benim icin sıkıcı toplantilar değildi ama burada anlatmam sıkıcı olur.  Öğle yemeğini yedikten sonra, benim öğrencim Jerry bizi aldı Baotu Springs yani Baotu Pınarına götürdü. Yanımızda Shandong universitesinde doktorasını sürdürmekte olan bir kız da geldi.  Ona da Sherry diyelim.  İki genç delikanlı (bir tanesi fotoğraf çektiği için bu karede çıkmamış) ve iki güzel dolaştık pınar başlarını.


Kültürel önemi büyük bir pınarmış burası.  Eski Çin edebi klasiklerinde adı geçiyormuş, Qing Hanedanı imparatoru Qian Long burasını pınarlar arasında birinci yani Number One pınar olarak ilan etmiş.  Manzara guzeldi ama kaynak olarak öyle ahım şahım bir kaynak değildi. Ama imparatorun dediğine karşı çıkmak olmaz - ki Qian Long da imparatorlar arasında en gaddarlarından biriymiş ama onu da anlatmaya kalkarsam bu blog hiç bitmeyecek  Merak eden wikipedia'dan baksın.  Bakmanizi da tavsiye ederim, ilginç bir adammış.

Her ne ise, işte En Birinci pınarın bir fotoğrafı.


Üç tane ayrı kaynak var galiba.  Su fıskiyelerinin uçları bir miktar görülüyor yüzeyde ama çok da belli değiller.  Suyun tadı güzeldi ama.  Burada Meliz içiyor.  Ben de içtim.

Kaynağın etrafına çok güzel bir park yapmışlar.  Söğütler, yapma göller falan çok güzel olmuş. 

Bu eyaletin yağışlı ve mümbit bir yer olduğunu söylemiştim.  O yüzden, bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur misali, devamlı bakmak gerekiyor, ki bitkiler gemi azıya almasın.  Bir bahçıvan ordusu etrafımızda devamlı faaliyette idi.  Aşağıda birini ağaçları sularken çektim.

Böyle bir bahçede sulama işleminin sanki evdeki saksıyı sularmış gibi elle yapılması ilgimi çektiği için çektim bu fotoğrafı.  Belki benim anlamadığım bir sebebi vardır.

Sehirin içinde de bir göl (yapma?) var.  Bir tekneye binip oraya gittik.  Pınar suyu ile beslenen havuz ve dereleri buraya bağlamışlar, o kanaldan gitti tekne. İşte tekne içinden bir fotoğraf.

Pınarın şehir gölüne bağlanması yakın zamanlarda olmuş.  Pınarın olduğu yerin irtifası şehir gölüne göre biraz daha yüksek.  O yükseklik farkı kaale alınmadan bir bağlantı tesis edilseydi,  pınarın bütün suları şehır gölüne boşalır pınarın civarıkururdu.  Öyle olmasın diye, bağlantı kanalında bir kilitli havuz sistemi kurmuşlar.    İşte kilitli havuzlardan biri boşalıp bir alt seviyeye inerken:

Indikten sonra kapı açılırken:


Tekneden indik. İşte büyük göl burası.
Yolda yürürken, önümüze bir tapınağa geldik.  İnsanlar içerideki duvarlara kırmızı bir şeyler aşmışlar ve asıyorlardı.  Anne ve babanın ismini o madalyonlara yazıp, kırmızı kurdelayla duvara asarsan, o ismi yazılan kişilerin sağlıkları iyi ömürleri uzun olurmuş. İki tane madalyon satın aldım Budist kesişten.   Ben kendi annemin ismini yazdım, Meliz de kendi anne babasının isimlerini yazdı.  İçeri götürüp duvara astık kirmizi kurdelayla.

Ertesi gün Qufu (Çufu diye okunuyor iki heceyi de vurgulayarak) gittik.  Trenle gittik.  Sabah saat 7 de kalkıyordu tren.  Bu yüzden erkenden kalkmak zorunda kaldık.  Ben günde ancak bir iki tren olduğu için bu kadar erken gitmek zorunda olduğumuzu sanıyordum.  Öyle değilmiş.  Benim gayretli öğrencim, bize Qufu'da gezecek görecek zaman çok kalsın diye en erkene almış biletleri.

Tren yolculuğu yarim saat sürdü.  Hava korkunç sıcaktı o gün.  Daha sabahtan kendisini belli ediyordu.  Bizi gezdirecek rehberi beklerken, Meliz aşağıda bana kötü kötü bakıyormuş gibi.  Ne işimiz var bu sıcakta bu saatte buralarda dermişçesine.

Qufu şehrinin mana ve ehemmiyetini anlatan tabelalar önünde.  Unesco World Heritage listesinde imiş.


Qufu şehri Konfüçyüs'un doğduğu ve yasadığı yer.  O yüzden başlıkta Konfüçyüs'ün adı geçiyor ama onları yazacak zaman kalmadı.  Bir daha ki sefere.

NOTUN NOTU: Tam kapatırken, şu haber gözüme ilişti.  Cin'de şimdi sosyal medyada moda olan şey bir kolunu arkadan dolandırıp göbeğine değdirmekmiş.  Ben denemedim bile.  Becerebilenler işte böyle fotoğraflarını koyup hava atıyorlarmış sosyal medyada:

Çin'de facebook yok (Google, twitter ve youtube olmadığı gibi).  Bu fotoğraf da weibu'dan imiş.  



31 Mayıs 2015 Pazar

ÇİN NOTLARI #14 - Antika bir Aşk Hikayesi

Türkiye'de seçim haftasına girildi (eskiden seçim sath-i maili derlerdi).  Biraz önce (Pazartesi TSİ 8:00) Avrupa'daki NetBet bahis sitesine baktım.  HDP nin barajı geçeceğini düşünenlerin sayısı geçen haftaya göre artmış.  Geçen Perşembe, HDP nin barajı geçme ihtimaline oynayanlar 100 e 164 alıyor, barajı geçemeyecek diye bahse girerseniz, 100 e 186 alıyordunuz.  Şimdiki rakamlar 141 ve 180.  Yani HDP nin barajı geçme ihtimaline oynayanlar şimdi 100 e 141 alıyor.  Yani kumarbazların çoğunluğunun  tahminine göre HDP barajı aşacak.  Meclisteki sandalye sayısı o zaman AKP nin aldığı oylarda 1-2 % değişmeye göre çok değişeceği için, hükümeti kimin kuracağını tahmin etmek imkansız.  Yine NetBet rakamlarına bakarsak, kumarbazlar AKP nin oy oranına oynamak isterlerse oranlar şöyle:

43.1% - 44.9% ----- 2.20
41.1% - 43%    ----- 2.35
45% Or More   ----- 3.05
41% Or Less    ----- 3.25

NetBet sitesindeki bu bahise para yatıranların tahminlerine göre, en kuvvetli ihtimal AKP oy oranının 43% un altına düşmeyeceği.  Yüzde 43 kritik bir oran.  Bu oran etrafında +/- 1 oynama, AKP nin meclisteki sandalye sayısı olarak salt çoğunluğu (276) geçip geçemiyeceğini belirleyecek.  Bütün bu tahminleri NetBet oranlarına göre yapıyorum tabii.  Bana inanıp da siteye gidip para yatırmayın.

Ben yine Cin'e döneyim.  Geçen hafta başladığım Xi'an hikayelerine devam edeceğim.  Bugün, geçmişten bu güne kadar anlatılagelmiş ve unutulmamış büyük bir aşk hikayesinden bahsedeceğim: İmparator Xuanzong (Şüancan) ve güzeller güzeli Yang Güfei (杨贵妃).  Yang kızın adı imiş, Gufei de Hürrem Sultan'da olduğu gibi Sultan demek.

Xuanzong (Şencan) ile Yang sultanın dillere destan aşk hikayesi:
Anlatacağım olay MS 740 ile 756 seneleri arasında geçiyor.  Olayın başlangıcı şöyle.  Tang hanedanı imparatorlarından Xuanzong (Şencan diyelim), görür görmez Yang Sultan'a aşık oluyor. Sene 740.  Yang Sultan 21 yasında daha çiçeği burnunda. O da Şencan'a ilgi göstermiş herhalde.  Böyle şeyler karşılıklı olur çünkü.   "So what" diyeceksiniz.  İmparator olduğuna göre, gitsin kızı annesinden babasından istesin.  Herhalde hayır demezler.

Ufak bir sorun var yalnız.  Yang Sultan o zaman sahipsiz değil, evli ve kocası da İmparator Şencan'ın kendi oğullarından biri.  Bu arada, anti-parantez belirteyim imparator Şencan'in 23 tane oğlu 29 tane de kızı varmış.  Kart zampara falan ama pek boşa atmamış demek ki.



Yukarıda wikipedia'dan kopyalanmış resmini gördüğünüz Şencan, kadına abayı yakmış.  Ama ne kadar imparator da olsa, kendi öz oğlunun karısını doğrudan haremine alması yakışıksız kaçacağı için, kadını önce rahibe olmaya razı etmiş.

Yang hanım, Taizhen (Taycen) ismini almış ve rahibe olmuş.  Rahibeler evlenmiyorlarmış demek ki, o yüzden de kocasından ayrılmış.  Şencan, oğlu Li Mao'ya yeni bir zevce bulmuş.  Oğlan bu işe içerlemiştir ama ne de olsa baba imparator. Kızdırmaya gelmez.  O zamanlarda da Şehzade Mustafa örnekleri vardır herhalde.  Bu yüzden, Li Mao babasının elini öpmüş, yeni zevcesi ile gerdeğe girmiş.  Ancak sanırım, babasının elini öpmede biraz gecikmiş, çünkü bu olaydan önce Li Mao veliaht iken, Şencan ondan bu payeyi alıp, başka bir oğlunu, Li Yu'yu, veliaht ilan etmiş.

Her ne ise, İmparator Şencan da kısa bir zaman bekledikten sonra Taycen'i sarayına katmış, kızın adı tekrar Yang olmuş, zamanla da Yang Sultan haline gelmiş. Merak edeniniz olmuştur belki, neymiş bu kadının güzelliği diye.  Aşağıdaki heykel, Yang Sultan'ın o senelerde yapılmış bir heykeli.  Heykeli aldığım sayfada yazılanlara göre, Yang Sultan'dan sonra şişman kadınlar zaten gözde imiş daha gözde olmaya başlamışlar.


Güzellik kavrami çağdan çağa değişiyor.  Aşağıdaki resimde de. Yang Sultan'ın modern bir tasvirini görüyorsunuz.  Xi'an da ziyaret ettiğimiz eski mekanının kapısındaki heykel.


Yang Sultanın bir başka heykelinin resmini de moden zamanlar güzellik kavramının iki örneği olarak aşağıda veriyorum:



[Öğle paydosu bitti.  İş zamanı.  Yarın devam edecegim]

İmparator Şencan'ın sarayı kaplıcaların olduğu bir dağın eteğine kurulmuş.  Sıcak su bugün de akıyor.  Yaklaşık 50oC civarında gibi geldi ben elimle bakınca.



Sencan bu arka planda dağa karşı  gördüğünüz sarayda 2-3 bin cariyelik haremi ile birlikte yaşıyormuş (ben de inanmadım ama öyle diyor wikipedia).  Fakat Yang'ı tanıdıktan sonra gözü kimseyi görmez olmuş. Kaplıca dedik ya, imparatora bir de havuz yapmışlar.

Şimdi pek albenisi yok ama yapildigi tarih olan MS 747 senesinde daha güzel duruyordu.  Yukarıdaki havuzda imparatorun içinde yıkandığı su, yandaki salonda bir başka havuza gidiyormuş.


Bu havuzda da sarayın kidemli hizmetkarları yıkanıyorlarmış.  İmparatorun yıkandığı suda yıkanmak en şeref tabii o yüzden bu ikinci havuza öyle herkes giremiyormuş.

Ufak yuvarlak çukurlarda, hizmetkarlar topuklarını yıkıyorlarmış.  Biraz daha yakından görelim:


Aşağıdaki  gibi nar ağaçları çoktu.  Bazıları 500 senelikmiş rehberimizin dediğine göre.

İşte imparator Şencan böyle nar ağaçları, balıklı nilüferli havuzlar, sıcak hamamlarda Yang Güfey ile gününü gün ederken, imparatorluk çatırmaya başlamış.  Yang Güfey bir taraftan kendine ve kendisine yakın insanları iş başına getirmeye çalışıyor, öte yandan diğerleri onun nüfuzunun engellemeye çalışıyor.  Xi'an'ın batısı ta Orta Asya'ya kadar Çin'in bir parçası o zamanlar şimdi olduğu gibi.  Buraların genel valisi isyan etmiş ve onun saldırısı karşısında, imparator ve sürekası Xi'an'ı terketmek zorunda kalmışlar.  İsyan bir kaç sene sonra bastırılmış, imparatora sadık kumandanlar Şencan'ı tekrar Xi'an'a getirmişler ama bu sadakatin fiyatı, Yang Güfey'in hayatı olmuş.  Tahtına dönebilmek için, Yang Güfey'i bir ağaçtan astırtmış imparator, wikipedia'ya göre.  O gün rehberden dinlediğimiz hikaye biraz daha değişikti.  Rehberin anlattığına göre, Yang Güfey, kumandanların imparatoru nasıl sıkıştırdığını hissediyor ve buna kendisinin sebep olduğunu da anlıyor, o yüzden kendisini bir ağacın dalına asarak intihar ediyor.  Bu antika aşk hikayesi de böyle bitiyor.

Böylece Xi'an defterini kapıyorum.  Xian'da başka yerlere de gittik aslında.  Xi'an kale duvarları ilginçti.  Cin'de eski şehir etrafindaki duvarların aslına uygun restore edilmiş olarak korunduğu tek şehir Xi'an.



Duvarın üstünde duruyoruz.  Duvarın yüksekliği 12 metre, an alttaki kalınlığı 15 metre imiş.  Daha önceki bir ziyarette duvarların üzerinden şehrin etrafında çepeçevre yürümüştük bir arkadaşla.  Yaklaşık 14 kilometre.  Bu sefer o kadar vaktimiz yoktu.  Kısa bir yürüyüşle yetindik.

Yürürken aşağıdaki manzarayı fotoğrafladık.  Binalardan birinin damının uzerine bir akıllı vatandaş ufak bir kulübe yapmış.


Püfür püfür tadını çıkarıyor.  Ben resmini çekince biraz sinirlendi.  Belki de kaçak yapılanmaya karşı yeniden imar müfettişi sandı.

Xi'andan son gördüğümüz yerlerden biri de, yedi bin sene öncesinden kalma bir koydu.  Bir inşaat sırasında bulmuşlar.  Üzerini kapatıp müze yapmışlar.    Toprağa kazıkların çakılarak kurulan köni gibi evlerde yaşıyormuş insanlar (Banpu halkı diyorlar).
Yukarıdaki resim model tabii.  O zamandan bu zamana bir tek kazıklarin delikleri bir de ev halkının evlerinin ortalarında ateş yakıp yemek pişirdikleri, etrafında toplanıp ısındiklari ocak kalmış.

Bir de evlerin etrafindaki mezarlar:

Yedi bin senelik iskeletleri görünce, insan daha iyi anlıyor bu dünyada bize ayrılan zamanın ne kadar kısa olduğunu.



26 Mayıs 2015 Salı

ÇİN NOTLARI #13 - Toprağa gömülmüş ordu

Blog #12 de başladım Xi'an hakkında ama bitiremedim.  Bugun devam edeceğim vakit olduğu kadar. Ama daha önce renkler konusunda bir iki şey yazmak istiyorum.  Çin kültüründe sarı ve kırmızı renklerin çok büyük önemi var.  Sarı renk, güç ve iktidari temsil eden bir renk Çin'de.   Eski zamanlarda, devlet görevlileri sarı renkli bir şey giyemezlermiş, giymeleri yasakmış,  çünkü sarı imparator ve onun ailesine mahsusmuş.  Kırmızı  renk de şans talih kader kısmet getiren bir renkmış.  Hemen hemen bütün Çin lokantalarında (burada ve Avustralya'da) her yanda sarı kırmızı lambalar, sarı kırmızı süsler olması bu yüzdenmiş.

Yukarıdaki resmi wikipedia'dan kopyaladım.  Şanghay'da bir abajur satıcısının dükkanının önünü gösteriyor.   Bu resim Şanghay'dan ama Çin'in her yerinde böyle dükkanlar görmek mümkün.  Çünkü sarı kırmızı kuvvet ve talih demek.

'Terracotta soldiers' yani 'teracotta askerler' diye Cin'de tarihi bir kalıntı oldugunu duymuşsunuzdur.    'Terracotta' kelimesinin bire bir Türkçesi yok herhalde.  Google "pişmiş toprak" diye tercüme ediyor.  "Pişmiş Toprak Askerler" de çarpıcı bir adlandırma değil.  Ben "Kiremit Askerler" diyeceğim.  "Tuğla" da diyebilirdim, hatta "terakota" da desem belki anlaşılırdı ama "Kiremit Askerler"in  kulağa hoş gelen bir tınısı var.

Resimde arkamda gördüğünüz çukur bunun gibi onaltı çukurdan bir tanesi.  Sıra sıra dizilmis askerleri görüyorsunuz çukurun içinde.  Aşağıda ve uzakta oldukları için küçük gözüküyorlar ama bu askerlerin hepsi en az 180 cm boyunda. Tornadan cikma gibi birbirlerinin kopyaları degil.

Her birinin yüzü,  vücut yapısı, kıyafeti, taktıkları başlık ya da külahlar, hepsi birbirinden farklı.  Söylendiğine göre, çukurdaki her kiremit asker, o zaman imparatorun sahici yaşayan askerlerinden birini model alarak yapılmış kiremiti işleyen sanatkarlar tarafından.  İşlevleri Çin'in ilk imparatorunun mezarını korumak olduğu için, korkutucu olsunlar diye asıllarından biraz daha cüsseli yapmışlar.

Resimde yanımızdakiler tabii çakma.  Çukurun içine inip sahicileri ile resim çektirmemize izin yok.  Bu resmi çektirmek için müze içinde bir bölüm hazırlamışlar.  Adam başına 10 yuen (5 TL) verince, orada poz verebiliyorsun.

Kiremit askerlerin çukurunu 1974 senesinde bir çiftçi bulmuş.  Su kuyusu kazıyormuş, kazmayı kiremite vurmuş.  Bir para ödülü almamış dediler ama çiftçiliği bırakmış o zamandan bu zamana çeşitli promosyon faaliyetlerine katılarak para kazanıyormuş.  Aşağıdaki resimde de, aldığımız bir kitabı imzalarken görüyorsunuz.

Kiremit askerler toprağın altından ilk çıktığında yukarıda fotoğraflardaki gibi elleri ayakları düzgün yekpare heykeller değillermiş tabii.  Gömüldükleri çukur aslında tahta kafes içinde korunaklı imiş ama tahtalar yanmış, tavan çökmüş, askerlerin de hepsi parçalanmış.  Sağlam kalan tek asker, çömelmiş olarak tasvir edilmiş aşağıda resmini gördüğünüz okçu imiş.


[BU BLOG DAHA BITMEDI YARIN DEVAM EDECEGIM KIREMIT ASKERLER KONUSUNA]

Ertesi gün devam ediyorum.

Kiremit askerlerin tarihteki yerini ve Çin için önemini kavrayabilmek için çok kısa olarak Çin tarihinden bahsedeceğim.  Çin'in bilinen tarihi beş altı bin öncesinden başlıyor.  O zamandan orta çağlara kadar olan dönemi aşağıda görebilirsiniz.  http://www.travelchinaguide.com/intro/history/ sayfasından aldım.


Bugün Çin olarak bildiğimiz MÖ 246 senesine kadar ülke tek bir yönetim altında değil.  Çeşitli krallıklar birbirleri ile savaş halinde.  Yazılı tarihin başladığı MÖ 2852 senesinden o zamana kadar sürüyor bu bölünmüşlük.  MÖ 246 senesinde, Ying Zheng diye bir adam bu krallıklardan "Çin" (Cinliler bunu latin harflerle "Qin" diye yaziyorlar) krallığının başına geçiyor.  Çok becerikli ve o kadar da gaddar bir çocuk (çocuk diyorum çünkü tahta geçtiğinde 13 yaşında imiş).  Onu kesiyor bunu öldürüyor, ne yapılması gerekiyorsa yapıyor, on beş sene içinde (aynı daha 30 yaşına gelmeden)  bütün ülkeyi kendi idaresi altında topluyor ve kendisine de "İmparator" payesi verip Qin Shi Huang (Çin Şii Hang diye okunuyor) ismini alıyor.  Bildiğimiz Cin'in başlangıcı işte böyle.  O zamandan 1910 a kadar, hanedanlar değişiyor ama Çin imparatorluğu devam ediyor.  1910 dan sonra ne olduğunu zaten biliyorsunuz.  Otuz beş yıllık bir ara dönemden sonra, "Mao hanedanı" idareyi ele geçiriyor, halen de bu dönem devam ediyor.



Biz yine Yin Zheng, yani Cin'in ilk ve kurucu imparatoruna dönelim (yukarıdaki resimdeki onun heykeli).  Kiremit askerleri yaptırıp toprağa gömen işte bu adam.  Sağlığında herkese çok eziyet çektirdiği için, düşmanlarının ölümünden sonra ona rahat vermeyeceğine inanıyor ve mezarını korumak için binlerce asker heykeli yaptırıp mezarının çevresinde çukurlara gömdürüyor.  Onun zamanında kefenin cebi varmış.  İnsanlar sahip oldukları şeyleri öteki dünyaya götürebileceklerine inanıyorlarmış.  Yani bu gömülen askerler, öteki dünyada canlanıp imparatoru koruyacaklarmış. Şu ana kadar üç çukurdan 7000 asker çıkmış.  Burası 2010 senesinde bir müze haline getirilmiş ve açılan çukurlar büyük hangar gibi binalar altında hem korumaya alınmış hem de ziyarete açılmış.

Bir okçu haric, çıkarılan askerlerin parçalanmış olduğunu yazmıştım yukarıda.  Uzun zaman harcamışlar müze yöneticileri ve arkeologlar parçaları bir araya getirip yapıştırıp eski haline getirmek için.  Bir parçayı bulamazlarsa o zaman ne yaptıklarını sordum.  O zaman sergilemiyorlarmış.  Yani gördüğümüz askerlerin hepsi, bir onarımdan geçmiş bile olsa, orijinal yapıtlarmış.  Orijinal hallerinden iki farkları var: (a) renkleri solmuş (özellikle toprağın altından çıkarıldıktan sonra); ve (b) ellerindeki silahlar geçen zaman içinde mezar hırsızları tarafından çalınmış.  Bu hırsızlık olayları, hemen askerler gömüldükten sonraki dönemde olan şeyler.  Ondan sonra yangın ve dam çökmesinden sonra, giriş kapanmış ve bir süre sonra da unutulmuş gitmiş.
  
İmparator Qin, toplam 49 sene yasamis.  O kısacık (benim şimdi yaşımda kısacık gözüküyor)  ömründe yaptığı şeyler:

  • Cin'in bir kac bin yıldır birbirleri ile savasa gelmis turlu çeşitli krallıklarını bir araya getirip, bugüne kadar devam edecek olan Çin devletini kurmak
  • Çin Seddinin inşasına başlamak
  • Kiremit askerler (Terra Cotta Army)
  • Değişik Çince alfabelerini birleştirip tek alfabe haline getirmek


Sonuncusu hakkında ilginç bir not var tarihlerde.  Eski alfabeleri savunan ulema, alfabelerinin birleşmesine  itiraz etmişler.  Bu okumuş kısmı herşeye karşı çıkar zaten.  Imparator Çin de hepsini Xianyang'da toplayıp öldürtmüş.

O zamanki alfabeyi, şimdiki insanlar hala okuyabiliyorlar.  Müzeleri gezerken, yanımdaki Çin'li meslekdaşlara sormuştum o zamanlardan kalan tabak tablet üzerindeki yazıları okuyup okuyamadıklarını.  Arada bilmedikleri karakterler olsa da çoğunu okuyup anlayabiliyorlarmış.  Benim Sümerler'in çivi yazısını ya da Hamurabi'bnin kanunlarının yazılı oldugu kil tabletleri okumam gibi bir şey nerdeyse.  O kadar zaman var arada.  Ben 100 yıl önce çıkan Türkçe kitapları okuyamıyorum o başka mesele.

MO 135-86 seneleri arasinda yasamis Sima Qian'ın yazdığına göre, mezarının etrafıne Çin'in büyük nehirlerini ve doğusundaki denizleri temsil edercesine mebzul miktarda civa dökmüşler.  Ne kadar civa döktüğünü yazmıyor Sima Qian ama çok dökmüşler ki, hala bugün bile, mezar civarındaki civa miktarı ortalama 205PPB.  Hatta bazı noktalarda 1440PPB ye kadar çıkıyor.

Daha Imparator Çin'in mezarını açmamışlar.  Anladığım kadarı ile, kiremit askerleri açarken yaptıkları hataları bir daha yapmak istemiyorlar.  Bu askerlerin hepsi topragin yuzune cikarildiklarinda renkli boyalı iken, açıldıktan sonra kısa zamanda renkleri solmuş.  Başka hatalar da yapılmış herhalde, Cin'in kurucusunun mezarını açarken aynı hataları yapmak istemiyorlar.  Mezar diyince, bir sanduka ve bir türbe sanmayın.  Mezar değil bir buyuk saray zaten.  Buir cukur icine insa edilmis ve üzerine 76 metre yükseğe kadar toprak doldurulup bir tepe haline getirilmiş.  O tepenin altında, o zamanki başkent Xianyang'ın bir kopyası inşa edilmiş ve ortasına da imparatorun sarayı konmuş.  O sarayın içinde, yatak odasında da, imparator uyuyormuş gibi konulmuş.  O zamandan beri de uyuyor.  Yukarıda yazdığım gibi daha mezarı açmadılar çünkü.

Öğle paydosu bitti.  Yazım da zaten sonuna geldi.  Daha anlatacak çok şey var kiremit askerler ve İmparator Çin hakkında ama zaten merak eden wikipedia'dan falan araştırır okur.  İnternette çok kaynak var.  Ben burda kesiyorum.